“Asla Gözlerini Kaçırma”(1)
Erdoğan Özmen

Histerikler asıl olarak anımsamalardan acı çekerler.” 

Freud

Belki de her filmin tam kalbinde yer alan bir cümle vardır. Filmdeki her şey, fazlalık görülerek bir kenara bırakılacak bile olsa, geride kalacak olan bir cevher, inatla yerinde durmaya devam edecek, kendini dayatacak bir çelik çekirdek. Filmin o gerçek nüvesinin eşdeğeri olan şey. Ya da, her film en nihayetinde indirgenebileceği, onu anlatmayı ve temsil etmeyi sürdürecek en derindeki bir kaideye, tek cümlelik bir merkeze yaslanıyor, oradan filizleniyor, çoğalıyordur. Bir filmi izlerken ya da, önümüzde akıp duran sahnelere dalmışken, algıladığımız her şeyi bilinçdışımızda da düşünüyorken, kendi kişisel ve geçmiş deneyimlerimizle de tetiklenen, iç içe geçen çağrışım zincirlerine tabi ve teslim olmuşken… Tüm o bilinçdışı düşüncelerin ve çok katlı çağrışım labirentlerini kat eden akıntıların toplandığı, birbirine yaklaştığı, yoğunlaştığı bir yer vardır sanki, bir kaynak, manyetik bir alan. Yalnızca bize özgü, bizim için varolan o yer bazen belli ediyordur kendini. Ancak bazen, bir biçime kavuşuyor, kendini bilinçli kavrayışımıza sunuyordur. Bir rüyadan uyanmışız da, biraz önce benliğimizi kateden şeyi dile getirmenin, onu kelimelere tercüme etmenin içimizde uyanan duygunun yörüngesine bağlı kalmak, onun izlerini takip etmekten başka bir yolu zaten mümkün değilmiş gibi.

Henckel von Donnersmarck’ın “Asla Gözlerini Kaçırma”, orijinal adıyla “Yazarsız Eser” (Werk ohne Autor) filmi, faşizm ve savaş yıllarında Almanya-Dresden’de doğmuş, ilk çocukluğunu aynı yıllarda, ailedeki korkunç kayıplar ve travmatik olayların ortasında yaşamış bir ressamı, o çocuğun kendini bir sanatçı olarak yaratma sürecini, resmini, yaratıcılığının bağlamlarını, oluşumunu, geçirdiği değişimleri, evrelerini anlatır. Daha sonraki komünizm yıllarını, Batı Almanya’ya ilticayı, ve her seferinde mevcut toplumsal ve kültürel yapı ve özelliklerin, rastlantı ve karşılaşmaların gözle görünen ve görünmeyen sonuç ve etkilerini… Tümünün izini sürerek, onları da ıskalamadan ve ihmal etmeden ilerler film. Tümü öyle kurgulanmıştır ki, film, geçmiş üzerine yeniden düşünmekten ziyade hepimizi iş işten geçmeden gelecek üzerine birlikte düşünmeye çağırıyordur sanki. Bu çağrı sayesinde, bu çağrıya kapıldığımız ölçüde (filmin büyük başarısı bu bence), filmdeki yürek burkucu kayıp ve travma hikayesi her birimizin kendi kayıp ve travma hikayelerine temas etmiyor mudur zaten?

***

Filmin kahramanı ressam, sanki zamanda geriye doğru müthiş bir sıçrayış gerçekleştirmek ve tüm geçmişini ele geçirmek, geçmişe el koymak istiyordur. Dünyayı, olayları, çevremizdeki kişi ve nesneleri henüz adlandıramadığımız, tam manasıyla söze dökemediğimiz, sözcüklerle düşünemediğimiz dil-öncesi dönemdeyken içimize yansıtmak ve almak (introjeksiyon ve enkorporasyon) en önemli ilişki ve iletişim kipliğidir. Görsel, işitsel, dokunsal, kokusal duyum, deneyim ve karşılaşmalardan köken alan tüm o “şey tasarımları”nın, daha sonra o halleriyle kalmaması, adeta bir yabancı isim gibi içimizi dürtüp durmaması, bir yük ve fazlalık olarak zihinsel ve duygusal süreçlerimizi sekteye uğratmaması, işlenebilmesi ve ruhsal bir varlık niteliği edinerek ruhsallığımıza entegre edilebilmesi için ötekilerin mevcudiyetine, onların himayesi ve edimlerine, onların sağladığı sözcüklere, tanımlamalara ve açtıkları anlam alanlarına ihtiyacımız vardır. Çünkü varolan her ne ise, salt bir varoluş ile var değildir, daima bir anlam düzleminde, bir adlandırma ve tanımlamayla, şu ya da bu olarak vardır. Gerçeğe ancak teorileştirerek atıfta bulunabiliriz demektir bu. Bunlardan mahrumsak, yetişkinler ruhsal olarak orada ve mevcut değilse, travmatik olayların yarattığı kırılma ve alt üst oluşlara maruz kalmışsak söz konusu bu süreçler mümkün olmayacak, derin bir anlam yırtığı oluşacaktır. Orada açılan boşluk ve yerinden çıkma geçmiş heyulasının üzerimize çökmesi, anlamsız tekrar zorlantıları, biçimin kör tekrarı, geçmişin musallat olması ile ikame olacaktır.        

“Asla Gözlerini Kaçırma” bir açıdan travmatik kayıplar ve yas (yas tutmanın imkansızlığı, yas tutamama) üzerine bir film iken, bir açıdan da bilinçdışı üzerine bir tefekkür filmidir. Film boyunca resim bir aktarım nesnesi, bir vesile gibi işlev görür. Sayesinde nihai doğrunun, anlamlandırılamayan ve katlanılan ıstırabın anlamının üretileceği bir araç gibi, kendi yerini arıyordur sanki en nihayetinde oraya yerleşmek için. Özellikle amaç edinilmiş değildir. Kendi olarak, kendi başına var değildir. Bilinçdışı aşkın bir kendilikten, ulaşılamaz ve künhüne varılamaz bir yerden ziyade, bir tür ıskalama, sollama, gözden kaçırma ediminde ete kemiğe bürünmüş olarak mevcuttur çünkü. Bir hafıza türüdür bilinçdışı. O sırada yapıp ettiklerimizin çoktan bakmakta olduğumuz şeyin bir parçası haline gelmiş olduğunu nadiren kavrarız. O yüzden tam olarak “Yazarsız Eser”dir film; resmin başka bir yerden gelmesi, kendi kendini dayatması, tavizsiz bir biçimde kendi yolunu açması, kendi çoktan belirlenmiş yörüngesini izlemesi, tüm bunlar için ressamı kendine aracı kılması anlamlarında.


[1] Yönetmen Florian Henckel von Donnersmarck’ın filmi (orijinal ismi “Werk ohne Autor” :”Yazarsız Eser”). Bu filmi Özgür Üniversite’nin “psikodinamik film okumaları etkinliğinde (19 nisan 2024) bir grup arkadaşla tartışmıştık.  Bu yazıyı yazarken o tartışmalardan epeyce yararlandım. Her birine teşekkürlerimle.