19 Mart Vakası
Ömer Laçiner

Bu ülkede sadece muhalifler için değil, iktidara gelenler için dahi “Türkiye’nin düzeni”nin “bozuk” olduğunu söylemek asırlardır zaten bildiğimiz bir gerçeğin ifadesidir. Nasıl düzeltilebilir, nasıl tamir edilebilir tartışmaları, çekişmeleri ile geçen on yılların ardından güçlü bir hegemonya ile iktidara yerleşen AKP (ve MHP) ile birlikte bu gerçek kökten değişti. Artık bozuk veya aksak bir düzende değil, “çürümüş, kokuşmuş” bir “düzen” içinde yaşıyoruz on yılı aşkındır.

Bunun bir öncesinde, yani AKP’nin 17-25 Aralık veya Gezi olayına kadarki evresinde bozukluğun çöküntüye dönüştüğü bir ara dönem geçirdik. 15 Temmuz hadisesinden sonrası ise AKP-MHP iktidarının otoriterleşmesi diye özetlenemeyecek kadar vahim bir irinleşmenin yıllarıdır. Bu ülkenin düzenini kuran, oluşturan –yürütme organının tepesinden kolluk güçlerine, yargı cihazından okullarına kadar– bütün kurum ve kuruluşlarını kapsayan bir çürüme ve kokuşma eğilimidir. Bunun devamında 19 Mart’ın hemen öncesinde ve ertesinde iktidarın adli aparatı ve medyası işbirliği ile başlattığı –ve bu yazı sırasında daha da devam edeceği anlaşılan– organize saldırılar da, bu eğilimin –benzerleriyle yine karşılaşma ihtimalimiz olan– bir zirve noktası olarak görülmelidir.

Kullandığım çürüme deyimi, bir tepki ifadesi değildir. Durumun hâkim özelliğini, dahası tarafını yani AKP-MHP iktidarı tarafından içeriklendirilmiş bir oluşumu tanımlayan nesnel bir teşhistir. Halen seçmenlerin %30-35’ini oluşturduğu tahmin edilen AKP-MHP cenahının düşünüş, davranış ve tavır alışlarında izlediğimiz o bulamaç vıcıklığı bunun göstergesidir. Bu iki partili cenah, çöküntü evresine girerken, en azından kendi içinde nispeten tutarlı bir ideoloji ve siyasal perspektife, başlıca sorunlara ilişkin politikalara, davranış kalıplarına ve kurallarına sahip ve sadık, öngörülebilir olduğu görüntüsü veriyordu.  Daha sonra, davranış kalıp ve kurallarının yabanileştiği ve keyfileştiği, politik savrulmaların süreklileştiği, ideoloji ve perspektiflerinin en bağnaz ögelerinden başkasının seçilemediği bir bulanıklık haline geldiği bir yola giderek hızlanarak girdiler. Ve haliyle inanç, ahlâk ve zihni donanım ve tutarlılık kaygısı olanların ya uzaklaştığı ya da tasfiye edildiği bir süreç oldu bu. Böylesi bir gidişatın vasat ve vasat altı kişilikleri ön plana çıkarması ve düşüklüğün şirretlikle örtüldüğü külhani bir dil ve üslup edinmesi kaçınılmazdı. Recep Tayyip Erdoğan bütün bu “nitelik”leri şahsında birleştirmiş olmasıyla idolleştirildi.

Önem ve anlamının gereğince kavranması için bu olgu üzerinde biraz daha durmalıyız. Bilindiği üzre idolleştirilmiş bir kişi(lik) etrafında teşekkül etmiş siyasal-toplumsal hareket veya oluşumlarda, ona katılanların idolleştirilen kişiye kendilerinin asla sahip olmadığı yüksek nitelikler, olağan dışı ve üstü güçler atfetmeleri alışılmış bir durumdur. Yakın zamanlara kadarki tarih bunun örnekleriyle doludur. Ancak şu son on yıllarda bu “kural”ın geçersizleştiğini, idollerin vasat ve vasat altı niteliklere sahip yığınların kendileriyle kolayca özdeşlik, benzerlik kurabileceği kişilerden seçildiğini görüyoruz. Yaşadığımız dönemin idolleri elbette ortalamanın hayli üzerinde bir özelliği de taşıyorlar. Arjantin'de Milei, Ukrayna’da Zelenski televizyon yıldızı, Trump bir multi-milyarder, Recep Tayyip Erdoğan 1994’teki gayet şaşırtıcı seçim zaferinin sembolü idiler. Bu yönleri hariç fikirleri, ahlâki duruşları, tavır ve edalarıyla birer sıradan insan gibidirler. O ekstra özelliklerin onları ülkelerinin –modern– demokrasisindeki hâkim merkez sağ ve sol partileri karşısında zafere taşıması vasatlığın modern değerler hiyerarşisine, özellikle de onun zirvesine, “elit” kategorisine karşı bir zaferi anlamına da geldi. Ki idollerin zafer yolundaki birincil ajitasyon temalarından ilki de zaten bu idi. 

Bu konu üzerinde bilhassa durmamızın nedeni, dünya ölçeğinde gerçekleşmekte olan bir kaos halinin asli özelliklerini taşıyan Türkiye’deki durumun sadece –otoriterleşme gibi– en göze batıcı olsa da bir iki özelliğinden hareketle tanımlanmasının vahim bir yanlışlık, dar görüşlülük olacağıdır. Bu durumun kaynağında –özetle– başta modern zihniyet ve düzen anlayışının kurucu önkabulleri, temel ölçüt, kural ve değer prosedürleri olmak üzere, aslında iç tutarlılık ve mantıki gereklilik dayatan, yani sistematik olan düşünüş ve davranış rotalarını reddeden, boş veren ve kendisini doğal içgüdülerinin aldığı-verdiği sinyallere bırakmış bir yönelimin yaygınlaşmasının, bu “dip dalgası”nın olduğunu vurgulamaktır. 

Teknolojik gelişmelerin sürekli daha da güçlendirdiği devletin şiddet aygıtlarının derhal harekete geçirileceğinin bilindiği rejimler şimdilik hariç, dünyanın hemen tüm ülkelerindeki-toplumlarındaki düzenlerin derece derece ama artarak çöküntü işaretleri vermesinin ana nedeni budur. Ve bu dip dalgasının üzerinden iktidara gelen ilk hükümet biçimleri –Türkiye'nin de elbette içinde olduğu– birçok ülkede iş başındadırlar ve çöküntüsünün ürünü oldukları eski düzenin –Türkiye’deki jargonla “eski Türkiye’nin– enkazı üzerinde kendi düzenlerini kurmanın peşindedirler. 

Ama şu var ki amaçlarına varabileceklerini farz etsek dahi, ortaya çıkan şeye düzen denilemez. Çünkü bir düzenden bahsedebilmek için ortada ona katılanların istek ve davranışlarını sınırlayan, uymaya mecbur oldukları ve aksi takdirde yaptırıma maruz kaldıkları bir kurallar, davranış kalıpları ve işlem setleri olmalıdır. Oysa söz konusu dip dalgasının öne çıkardığı hareketlerin tipik mantığında bu tür önsel sınırlamalar yoktur. Geçerli olması gereken tek faktör, tıpkı doğada olduğu gibi, güç ilişkilerinin/mücadelesinin o anki veya tespitli süre içindeki durumudur. Sınırlamalar fiilen güçle ters orantılı olabilir sadece ve dolayısıyla en güçlü için kendi keyfinden başka sınır olmamalıdır. 

O nedenledir ki; bu dip dalgasının iktidar makamına yükselttiği şahıslar kendilerinin “en güçlü” göründüğü ortam ve koşullarda, altında devletlerinin imzası olan anayasa, yasa veya antlaşmaları hiçe sayan davranış ve sözleri fütursuzca sergileyebiliyor, itirazlara cevap yerine bir şirretlik gösterisiyle karşılık verebiliyorlar. Trump’ın artık kâğıt üzerinde kalmış “eski düzen” normlarına göre asla olamaz denilecek olan, ülkesi içine ve dışına dair taleplerini tehdit dozunu arttırarak devam ettirmesi; burada Erdoğan’ın Anayasa ve yasaları açıkça ve defalarca ihlal etmiş olmasına rağmen, özür makamında bir söz söylemeye bile tenezzül etmeyişindeki hoyrat kibri ve bu siciliyle 19 Mart protestolarına “burası bir hukuk devletidir” diye ayar vermeye kalkışmasındaki pes dedirticiliği bu kafa yapısının dışavurumlarıdır.

Sorun bu düşünüş ve davranış tarzının o dip dalgasının yükselttiği idoller ve yakın çevresiyle sınırlı olmayıp, katılanlarını da kapsıyor oluşu ve katılmayan hele de karşı çıkan ve direnenleri “iç düşman” sayarak saldırıya geçmesidir. Bu saldırılar henüz hiçbir ülkede öncelleri olan pogromların, SA kıtalarının, Romen Demir Muhafızları’nın estirdiği terörle kıyaslanabilir düzeyde gerçekleşmemiş ise de; bu potansiyelin fazlasıyla var olduğunu biliyoruz. Bunun Türkiye için de tamamen geçerli olduğu tarihsel hafızamızda zaten kayıtlı olduğundan, 19 Mart protestoları bu endişeye rağmen gerçekleştiği için değerlidir.

Ama mevcut iktidarın 19 Mart operasyonu ile yetinmeyeceği, gözünü daha da karartarak yenilerini başlatabileceği gayet muhtemel iken; bir sonraki itiraz veya direnişin kanlı bir polis müdahalesiyle veya Kanlı Pazar, Maraş ve Madımak’taki gibi “devlete yardımcı” güruhların vahşetiyle karşılaşmayacağını asla söyleyemeyiz. Bu tehlike, bahsedilen yarı iç savaşvari vakaların cereyan ettiği dönemlerden daha az değildir. Fakat tehlikenin o dönemlerdeki gerçekleşmiş veya muhtemel biçimleri ile şimdi olabilecek olanları büyük ölçüde farklı kılacak koşullar da oluşmuştur.

Birincisi, devlet aygıtları bu ülke tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar, en benzerinden bile kat kat fazla ölçüde, iktidardaki cephe uzanımında partizanlaştırılmıştır. İkincisi iktidar blokunun özellikle MHP kanadı tarafından bir siyasal mücadele kozu gibi teşhir edilen “yeraltı dünyası” ile ilişkileridir. İktidarın emrindeki televizyon kanallarında yıllardır peş peşe yayımlanan dizilerde gençlere “rol modeli” olabilsinler diye kahramanlaştırılan bu “ağır abi”lerin gerçek hayattaki Çakıcı gibi karşılıklarının son –2023– genel seçimin arifesinde muhalefet liderlerini tehdide varan diskurları hafızalardadır.

Elbette asıl önemli farklılaşma Türkiye’nin neredeyse coğrafi sınırları da çizilebilir olan iki toplumlu bir ülke haline gelmiş oluşudur. Ankara ve Eskişehir’e yarı yarıya ilave edilecek birkaç kent merkezi dışında bütün İç Ege, İç, Doğu ve Kuzey Anadolu coğrafyasında AKP-MHP muhafazakârlığının renksiz ağırlığı tamamen hükümrandır. Türkiye’deki üretici faaliyetlerin %75’ine varan bölümünün icra edildiği metropol kentleri, Trakya, Ege, Akdeniz kıyısı ve Kürt bölgesini kapsayan “diğer toplum”da siyasal ve toplumsal muhalefet o denli ezici bir hâkimiyet konumunda değil ise de; daha derinlere nüfuz edici olan bir zihni-kültürel hegemonyaya sahiptir. Bunun AKP-MHP cenahı, “toplum”u üzerinde ciddi bir caydırıcı gücü olduğu hesaba dahil edilmelidir.

Ayrıca önemle anılmalıdır ki; 19 Mart vakasından sonra psikolojik ve ahlâki üstünlük artık geri döndürülemez biçimde muhalefetin, muhalif toplumun elindedir. 2024 yerel seçim sonuçlarından beri zaten bu kesimin sahip olduğu o gayet değerli avantaj iyice pekişmiştir ve muhalif toplum, direniş heyecanını serinkanlılıkla korumayı ve medeni değer ve davranış normları içinde kendini ifade biçim ve yollarını geliştirmeyi sürdürdükçe önündeki engellerin çökeceğinden emin olmalıdır.

AKP-MHP cenahının 19 Mart’takinden daha yapay, uyduruk gerekçelerle yeni saldırılar, bastırma operasyonları tertiplemeye hazırlandığına kuşku yok. Geldiği durum ve pozisyonda başka bir çaresi kalmamış gibi görünüyor çünkü. Durum böyle ise iki ihtimal mümkün: İktidar cephesi ya “bu yol felaketimiz olur” diyebileceklerin kitlesel terkiyle çatlar ve bölünür ya da sahip olduğu ağır fiziki şiddet, imha gücüne yaslanarak ülkeyi sonunda galibi olmayacak bir varoluşsal çatışmaya sürükler.

Ülkenin böylesi bir çatışma ihtimalinden en az mümkün ihtimal olarak bile bahsedilebilir hale gelmiş olması en kritik karar verici konumundaki Erdoğan’ı bilhassa ve gerçekten düşündürmelidir. Son zamanlardaki biri diğeriyle çelişen politikaları yan yana ilan etmek gibi mantık ve izanla açıklanması mümkün olmayan bir baş yetkili portresi çiziyor olsa da, sağduyusunu tamamen kaybetmediğini umalım.