19 Mart: Toksik Bir Can Düşmana ve Şer Güce Altın Vuruş
Menderes Çınar

Bir sonraki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı olmaya hazırlanan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nu merkeze alan 18-19 Mart “operasyon”ları, zaten uzunca bir süredir Türkiye toplumunu cendereye sıkıştıran otoriterliğin yeni bir üst aşamaya geçme hamlesini gösteriyor. İlk bakışta, benzerlerini (resmi ezberle) “Fetö” camiasına, muhalif aydınlara, gazetecilere, Kürt hareketine ve liderlerine yönelik olarak sıkça gördüğümüz türden bir antitoksin yayarak zehiri bertaraf etme operasyonu yapılmakta. Ancak, bu teşhis gerçeği tam olarak yansıtmıyor. İktidar, bu kez, emellerini ve hedef aldığı cepheyi hem genişletip derinleştirmekte hem de muhalefete ve liderine karşı geliştirdiği yaklaşım, strateji ve eylemler bakımından çok farklı ve her türlü kötücül sonucu göze alan, içinde siyaset ve moralite olmayan acımasız bir yeni evreye geçiş yapmaktadır.

Söz konusu olan, Türkiye’nin elde kalan tek merkez partisi olan ve son seçimlerden birinci çıkan CHP’yi ve onun popülaritesi her geçen gün artan Cumhurbaşkanı adayı İmamoğlu’nu, 23 yıldır tekelleştirilmiş bir iktidar alanını zapt etmeye çalışan toksik bir cisim olarak bertaraf etme projesidir. Müesses nizamla özdeşleşen ve onu arkasına alan iktidar, 23 yıl boyunca karşısına çıkan tek ciddi rakibi, zorlama/uyduruk iddialarla ve bağımsız yargı meselesinin bu ülkede ancak bir şaka konusu olabileceğini göstere göstere, iktidar alternatifi yapmayacağını, efektif siyasetin dışına iteceğini, iktidarın kendisinde olduğunu ve seçimler yoluyla fethinin mümkün olmayacağını açık seçik, çekinmeden ve cüretle ilan etmektedir.

19 Mart: Toksik Düşmanlar İçin Oluşturulan Anti-siyasal/Yasak Bölge

En kestirme deyimle, iktidar bloku, bu kez ülkede yeri ve önemi anayasaca hep tescil edilegelmiş muhalefet kurumunun ve partisinin varlığını, liderinin bir cumhurbaşkanı adayı olabilme imkânını basitçe sınırlamanın da ötesine geçmiştir: “biz-onlar/ötekiler” ayırımını, bu ayrım ötekilerin farklılık taleplerini ve muarızların karşı görüşlerini de bir nebze halletmesi gereken bir siyaset anlayışını ve tekniğini gerektirdiği için terk etmiştir. Onun yerine, CHP ve Ekrem İmamoğlu nezdinde tüm muhalefet, “toksik düşmanlar” safına atılarak temel çatışmalar arasında demokratik bir anlaşma zemini arayışının tek mecrası olan “siyasal” alanın dışına itilivermiştir. Muarız ve muhalifleri “düşmanlaştırma” faaliyeti için sonuna kadar gaza basılmıştır. Bir siyasal parti olarak CHP’nin de dağıtılmasına dair işaretler vermeye başlayan bu projenin başarısı, bir yandan, bireysel, siyasal ve toplumsal muhalefetin bağımsızlığını kaybetmiş bir yargı eliyle, şiddetle ve keyfi biçimde cezalandırılmasına “eyvallah” diyen bir ortamın yaratılmasına sıkı sıkıya bağlıdır. Öte yandan da ödenecek maliyetlerin büyüklüğü nedeniyle “siyasal korkuyu” harekete geçirip kişi, kurum ve liderlerin edilgenliğe ve itaata itilmesiyle doğru orantılıdır. İtiraz, eleştiri ve karşı tartışma yalnızca parlamentoda (etkinliği kalmadığı için) sürdürülmekte olup, direncin sokağa çıkması, yazı-çizi-sanat objesine çevrilmesi, hem görünür hem görünmez bir korkunun da yardımıyla engellenmekte, siyaset özel alana (balkonlar hariç) hapsedilmektedir.

19 Mart’ın içerdiği toksik yaklaşımın Erdoğan’ın çıplak koltuk savaşı olduğu gerçeğini kabulden yola çıksak bile, “siyasal ve siyaset” kavramlarının kavranışında girilen bu yeni ve toksik evreyi güncelin biraz dışına çıkarak, farklı bir açıdan deşmeye ve anlamaya girişebiliriz. Örneğin, bu üst evre otoritaryanizmin içerdiği siyasal rakibe ölümüne düşmanlık, “siyasal olanın” (the political) en mükemmel tanımını yapmış olan Chantal Mouffe’a başvurarak nasıl anlaşılır?[1] İnsan topluluklarında ihtilafa düşülen, çatışmaya müsait meselelerin kaçınılmazlığından yola çıkan Chantal Mouffe, liberal demokrasinin en kritik gücünün sahip olduğu kurumlar ile dost ve muarız (adversary) arasındaki sınırı iyi çizebilmesi olduğunu vurgular. Liberal kurumlar, bu kaçınılmaz durumun içerdiği düşmanlık potansiyelini söndüren ve şekillendiren unsurlardır. Kitabını yazdığı 1990’lı yıllarda bile liberalizmin zaaflarını ve çöküş sinyallerini almaya başlayarak muhteşem bir biçimde eleştirisine girişen Mouffe, liberal kurumların kendilerine atfedilen bu büyük sorumluluğu yerine getirebilme koşulunu da hemencecik ekler: “(bu kurumların) layıkıyla anlaşılması ya da çalıştırılması durumunda...”. Liberal demokrasinin ikinci üstünlüğü, dost ve muarız/muhalif arasında çizilen sınırın kesinkes siyaset içinde kalması, onun tek başına iştigal ettiği bir alan olmasıdır. Dolayısıyla, muhalifi, meşru addedilmek yerine mahvedilmesi gereken bir düşmana dönüştüren aktörler/iktidarlar, siyasal olanın demokratik kurallarını kabul etmeyen siyaset dışı, anti-siyasal, faşizan unsurlardır. En hafif deyimiyle, rejimlerini otoriterizmin zirvesine ulaştıran taşıyıcı figürlerdir.

İçinde bulunduğumuz bu yeni evrede rejim, Mouffe’un anti-siyasal çerçevesine tereddüde yer vermeyecek bir şekilde hem de şiddetli bir geçiş yaptığından antidemokratik sıfatını bile hak etmiyor. Yapılmakta olan, “fuzuli birer melanet” olarak algılanan, Demirtaş, Kavala, “Fetöcüler,” İmamoğlu, kanaat önderi, gazeteci, yemek eleştirmeni, üniversite, sanatçı, avukat, savcı, teğmen, iş insanı ve ait oldukları kurum ve çevrelerin siyaset dışı bir kin, nefret, melanet ve korku bölgesine sokulmasıdır. Bu bakımdan, bu operasyon, adım adım hoyratça harcanan 200 yıllık modernleşme ve 75 yıllık demokrasi birikimimizin elimizde kalan son büyük parçası olan “iktidarın seçimle değişmesi” “iyiliğine” yönelik ağır bir darbe girişimi niteliğindedir. Onun yerine, içinden Erdoğan’ı veya belirlediğini onaylama sonucu çıkmayacak bir seçim sandığının yüzünü görmeyeceğimiz bir 30, 40, 50 yıllık iktidarda kalma ve onun gerektirdiği bir korku imparatorluğunu sürdürme projesi kurulmaktadır.

Bu yeni ve korkutucu proje nasıl ve hangi manivelalarla gerçekleştirilebilir; sonuçları ne olabilir; mümkün müdür; hakiki vahşi yüzünü hangi yöntemlerle örtmeye çalışır; başarısız kalma ihtimali var mıdır; AKP liderinin ödül ve ceza mekanizmalarıyla kendisinin tartışılmasını engelleyerek gizlemeyi başardığı tutarsızlığı/fırsatçılığı nedir? Bunlar zor, belirsiz ve bazıları şimdiden kestirilemeyen cevapları olan sorular. Ama hayati önem taşıdıkları da kesin.

Biliyoruz ki, Osmanlı’dan itibaren Türkiye’nin modernleşme süreci, çeşitli aksaklıklardan, eksikliklerden, çelişkilerden mustarip olsa da gayri şahsi devlet ilkesini ve Batı yönelimini benimseyegeldi. Bu yönelimin bir sonucu olarak 1950’de yapılan serbest seçimler sonucunda –bugün geriye dönüp baktığımızda, kendisinden fazlasını ve ötesini düşündüğünü daha iyi anladığımız– CHP’nin iktidarı Demokrat Parti’ye teslim etmesiyle demokrasiye geçti. Türkiye demokrasisi bilhassa hak ve özgürlükler ve sivil siyasetin (askeri bürokrasi karşısında) üstünlüğü bakımlarından eksiklikleri nedeniyle hiçbir zaman “tam” olmadı, ancak hayati husus şu: erişmeyi amaçladığı normun tam demokrasi olduğunu da hiçbir zaman reddetmedi. Bu bakımdan Türkiye, demokrasi pratiğinin demokrasi normuna göre eleştirilmesine alan açan, iktidarı serbest seçimlerle belirlediği için “tam” olmasa da “demokrasi” sayılan bir ülke oldu. Türkiye demokrasisinin, eksikli/kusurlu olduğu, “seçimli demokrasi” veya “vesayetçi demokrasi” gibi sıfatlandırmalarla teyid edildi. “Meşru hükümetin serbest seçimler sonucu oluştuğu ve muhalefetin bu meşruiyeti sağlayan temel kurum olduğu fikri yerleşti. Bazılarınca Batı-gibiciliğin şıklığı, bazılarınca da zaman zaman her şeye takoz koyan bir engel, bazen de “iyi ki var” inancını pekiştiren bir demokrasi simgesi olarak benimsenegeldi. Seyreltilmiş Türk demokrasisinin alamet-i farikası oldu.

AKP, Türkiye demokrasisinin sunduğu fırsatları değerlendirerek ve hatta –zaman geçtikçe daha da iyi kavranan bir açıdan bakıldığında– suiistimal ederek iktidar oldu ve iktidarını konsolide ederken başlangıçtaki (Arınç, Şener, Gül gibi birkaç figürle) “ortaklaşa liderlik” (collegiate leadership) diyebileceğimiz özelliğini adım adım lideri Erdoğan’ın şahsi teşkilatına dönüşerek yitirdi. Liderinin esiri (ve meftunu) olduğu ölçüde de onun belirlediği politikaların, yaklaşımın, söylemin, tarzın taşıyıcısı-uygulayıcısı oldu.

19 Mart’a Giden Yolda Bir Ezberin Adım Adım Yıkılışı

Erdoğan’ın tüm siyasal yaşamı, analitik sofistike bir fikre değil, “biz sosyolojik çoğunluğu temsil ediyoruz” iddiasıyla süslediği ve seçim zaferleriyle desteklediği, tekrarlana tekrarlana inanca dönüşmüş bir ezbere dayanageldi. Sıkıcı ve içi boş da olsa bu ezberi biz de ezberledik artık: Tanzimat’tan itibaren modernleşme sürecinde Batı yönelimli iktidar eliti (Müslüman) topluma yabancı olan ve (Müslüman) toplumun hiçbir zaman kabul edemeyeceği Batı değer ve kurumlarını sırf kendi iktidarını korumak amacıyla (Müslüman) topluma empoze etmiş ve böylece hem devlet-millet ayrışmasına hem de Kürt-Türk gibi bazı yapay çatışmalara neden olmuştu. Bugün, millet, onun münhasıran su katılmamış hakiki dinini, kültürünü, geleneklerini temsil eden AKP lideri ve partisi tarafından temsil edilmektedir. Bunu yanlışlayan seçmen kesimleri millet değil, kendi kültürüne/özüne yabancılaşmış, bilişsel olarak sömürgeleşmiş zillet kesimleridir. Dolayısıyla demokrasinin sandıkla/temsille, adaletin hukukla ilgisi yoktur. AKP iktidar oldukça, 200 yıllık modernleşme sürecinin yarattığı tahribatı giderecek, muhalif ve muarız toplum kesimlerinin bazı şeylere zorla alıştırılacağı bir restorasyon projesi başlatacaktır. Bu plan gerçekleştirildikçe de iktidarda kalacak, iktidarda kalmasının “doğal” olduğu Türkiye toplumun hafızasına kazınacaktır. AKP liderliği son sivil darbesinin öncesinde, bu boş ezberi dayanak alarak yanlış partiye (HDP) oy veren seçmenden hesap sorulacağı tehdidini savurmuş ve seçim yoluyla kendisine darbe yapılmak istendiği absürt iddiasını öne sürebilmiştir.

Bu iddiaların arkasında ve altında malum ezbere duyulan samimi inanç değil, tek elde temerküz anlamına gelen icracı başkanlık sisteminin adım adım derinleştirilmesi ve tahkim edilmesi projesi yatmaktadır. Zaman içinde atılan başka adımlarla, “ötekilerin” oluşturduğu farklılıkları, “muarızların” temsil ettiği karşıt ya da aykırı düşünceleri, rıza üretmek de dâhil, çeşitli müzakere yöntemleriyle yönetme usulü giderek artan bir biçimde, terkedilerek, 19 Mart sivil darbesiyle rejimin anti-siyasal varoluşuna en kararlı geçiş yapılmıştır.

Bu ezberin Türkiye toplumunun gerçekliğiyle asla uyuşmayan büyük bir mit olduğu ve İmamoğlu’na düzenlenen saldırıya herhangi bir mazeret ya da gerekçe oluşturmadığı tespitini tekrar ederek, muhaliflerin “düşman” kampına sokulması ve siyasal alanın ve dinamiklerin terkedilerek bir sıfır-toplamlı-siyaset-dışı-faaliyetler bütününe geçiş yapılmasının öncül adımlarına bakalım.

Bir Başka Milli İrade Varsa İptal

AKP’nin kendisinin de inanmadığı bu ezber, en son 2024 yerel seçimlerinde, üstelik de AKP’nin milletin öz değerlerine yabancılığın alamet-i farikası olduğunu iddia ettiği CHP’nin arkasında kabaran milli irade tarafından bir kez daha yanlışlandı. Trajik olan, seçmenin daha bir yıl evvel AKP’ye ve liderine verdiği desteği bu seçimde CHP’yi birinci parti yaparak geri çektiğini inkâra yer vermez biçimde açıkça göstermesi idi. Demokrasi terbiyesinin ve siyasal usullerinin geçerli olduğu şartlarda erken seçim gerektiren bu sonuç, artık olumlu bir yönetim performansı sergileme kapasitesini yapısal olarak yitirmiş olan AKP’nin/Erdoğan’ın demokratik olmayan seçimleri dahi kazanmasının zor olduğunu, günlerinin sayılı olduğunu gösterdi. Buna karşılık, Erdoğan, ne yaptı?

Erdoğan’ın, Haziran 2015 genel seçimlerini bütünüyle yenilemesi, 2019 yerel seçimlerinin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı kısmını tekrarlatması, 2024 yerel seçimlerinden istediği sonucu alamadığından seçim sonuçlarını tanımaması, eski ezberinden kopuş mu yoksa daha da üste tırmandırması mı anlamına gelmektedir? AKP/Erdoğan, her direnişle karşılaştığında giderek artan oranlarda başvurduğu muhalif milli iradeyi kendinden saymama ve kayyım atayarak tehdit etmenin yavaş yavaş ötesine geçmeye başlamıştır. Asıl amaçladığı hedefin kendi iktidarını korumak olduğunu gizlemeye kalkışmadan işine gelmeyen milli irade sonuçlarını kayda geçirmeyip “iptal” düğmesine basma aşamasına geçivermiştir.

Devam edelim: serbest seçimle gelen belediye başkanlarının yerine kayyım atanması; seçilmesine bir mani olmadığı ilgili yargı organı tarafından onaylanmasına rağmen seçilen kişilerin terörist, terör destekçisi gibi ifadelerle kriminalize edilmesi ve tutuklanması, muhalif millet iradesini iptal düğmesine basmanın örnekleri olarak kritik bir hususu vurgulamaktadır: “Siyasal olan” yaklaşım ihtilafları şekillendirirken sadece iktidarın değil, muhalif olan tarafın da arkasında bir milli irade olduğunu kabul ettiği için muhalefetin meşruiyetini tescil ederken, siyasalın sorun çözme “güzelliğini” reddeden tek adam rejimi bu meşruiyeti reddetmektedir. Buna bir de hareket ettikleri zeminin moralitesi açısından bakıldığında, vazettikleri faziletli, anlayışlı, müsamahalı, temiz, hilesiz, hurdasız bir rejim yerine kendisine muhtaç ve mecbur ettiklerinin, dolayısıyla korkanların ve korkakların iradesini milli saydıkları anlaşılmaktadır.

19 Mart’ın Sine Qua Non’u: Fazla Mesai Yaptırılan Hâkim ve Savcılar

2024 yerel seçimlerinden sonra, AKP/Erdoğan, CHP’nin kendisine hak, hukuk, seçmen iradesine saygı temelinde yaklaşılması beklentisiyle başlattığı “normalleşme” süreci sayesinde iktidarının bir sonraki seçime kadar garantide olmasının rahatlığı ile 19 Mart’ın “hazırlığını” yaptı. Bu hazırlığın ne olduğunu Sekizinci Kongre’de yaptığı konuşmada dile getirdiği "toksik demokrasi” kavramıyla ilan etti. Bu kavram, yukarıda açıklanan boş ezbere dayanan muhalif ve muhalefet anlayışının üzerinde çalışılarak sözde çağdaşlaştırılmış halidir. Ezberden bir adım öteye geçilerek, Türkiye’de muhalefetin varlığı kapalı bir biçimde tanınmakta ancak bu haliyle var olmaması gerektiği komutu verilmektedir. Çünkü, muhalefet, demokrasinin sağladığı imkânları demokrasiyi zehirlemek, milletin iradesine pusu kurmak için kullanan kariyerist mefaatperestlerin oluşturduğu “toksik” bir nitelik arz etmektedir. Bu muhalefet iktidara gelmek uğruna iktidarı yıpratmak için her yolu mubah görmekte ve son iki seçimde belirginleştiği gibi terör örgütleriyle ve anti-demokratik güçlerle işbirliği yapmaktadır. Burada Erdoğan, partili partisiz tüm muhalefeti kastediyor olsa bile asıl hedef, popülaritesi hızla yükselen ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde rakip aday olması beklenen CHP’li İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’dur. Toksik demokrasinin panzehiri olarak ise Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne işaret ederek (CHS), Cumhurbaşkanı olarak kendisini bütün devletin sahibi kılan geniş yetkilerine, bu yetkilerle “toksik muhalefete karşı” seferber edebileceği devletin/kendisinin zorlayıcı, engelleyici, bastırıcı güçlerine işaret etmiştir.

Ayrıca, Erdoğan’ın elini çabuklaştırıp baskıcı pratikleri kolaylaştıracak ve ağırlaştıracak bazı yasa değişiklikleriyle CHS’nin keyfilik imkânları takviye de edilmiştir: bireysel dâhil her türlü eleştirel yaklaşımı kriminalize eden, henüz yasalaşmayan ve iddianamelere dayanak oluşturan etki ajanlığı düzenlemesi; Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na (mahkeme kararına gerek olmaksızın) şirketlere/mal varlığına el koyma yetkisi verilmesi; Devlet Denetleme Kurulu üyesine ve denetçilerine her kademeden ve her türlü kamu görevlisine görevden uzaklaştırma cezası verme yetkisinin verilmesi bunlardan en dikkat çekici olanlarıydı. Eşzamanlı olarak, gerçekçi bir iktidar alternatifi haline gelmekte olan CHP’yi/İmamoğlu’nu oyundan düşürecek hamleleri hazırlayacak bir mutfak ekibi, öyle görünüyor ki fiilen özel yetkilerle donatılarak, İstanbul Adliyesi’nde kuruldu ve fazla mesaiye başlatıldı.

Bu mutfak ekibinin önümüze koyduğu menünün başlangıcı, İmamoğlu’nun etkisiyle oluşan yeni/mevcut CHP yönetimini itibarsızlaştırmayı ve kırılganlaştırmayı hedefleyen ve CHP yönetimine kayyım atanmasının yolunu açan “şaibeli kurultay” soruşturmasıydı. Menünün, artık CHP’nin cumhurbaşkanı adayı olacağı kesinleşen İmamoğlu’na itibarına suikast yaparak oyun sahasından bertaraf etme arzusu açıkça görülmekte. İmamoğlu’nu kaynaklara hükmetme, imkânlara erişme ve performans gösterme alanı olan İstanbul Büyükşehir Belediye başkanlığından uzaklaştırmak ve Cumhurbaşkanlığı adaylığının tümüyle önünü kesmek amacıyla yapılan bu tacizkar soruşturmalarda; İmamoğlu’nun izlediği siyaset (Kent Uzlaşısı) kriminalize edildi, Cumhurbaşkanı seçilme yeterliliği sorgulandı (üniversite diploması) ve kampanya danışmanından yakın çalışma arkadaşlarına uzanan bir yelpazede, kurmay ekibi ve olası müttefikleri hakkında ağır ithamlar/cezalar içeren soruşturmalar açıldı. Saldırı cephesi aşırı genişletilerek İmamoğlu’na destek verebilecek kuruluş ve önderlerine gözdağı verilmeye başlandı. Gezi davasına katılan sanatçıları ve aydınları yeniden arayıp bulup soruşturma açmak, hükümete yönelik eleştirileri nedeniyle TÜSİAD yöneticilerini polis nezaretinde ifadeye “davet etmek” ve dolayısıyla hükümete muhalefet etmenin maliyetini yükseltmek bu çerçeveye giren keyfi, kindar, düşmanca korkutma eylemleridir. Ticaret Bakanlığı’nın Kent Lokantaları’nı ziyaret eden yemek yazarı Vedat Milor hakkında İmamoğlu’nun “örtülü reklam”ını yapmaktan soruşturma açılması, Erdoğan’ın haberi olmasa bile, hoşnut kalacağı düşünülen eylemlerden olması nedeniyle, lidere hizmet etme heveslilerinin ulaştığı gülünçlük seviyesini gösterdi.

Nihayetinde, yarım günlük kısa bir zaman içinde İmamoğlu’nun önce 30 yıl evvel aldığı diploması hukuksuz bir şekilde iptal edildi, ardından kendisi terör ve yolsuzluk şebekelerinin liderliğini yaptığı iddiasıyla önce gözaltına alındı, ardından tutuklandı. İmamoğlu aleyhine kurgulanan iddialar, ilgili medya mecralarına “sızdırılarak,” suçunun sabit olduğuna dair bir kamuoyu oluşturmak, böylece hem tutuklanmasının hem de yerine kayyım atanmasının zemini kurulmak istendi.

İmamoğlu’na operasyon, Erdoğan’ın er meydanı olarak isimlendirdiği siyasal alanı ve siyasal eylemi sofistike bir demokrasi görgü, bilgi ve arzusuna sadık kalarak değil, olumsuzlukların, karşıtlıkların, ihtilafların, itirazların, vetoların konuşulmasının yasaklandığı; gerçekçi iktidar alternatiflerinin daha er meydanına çıkmadan türlü yöntemlerle engellendiği ve hırpalandığı; ifade özgürlüğünün ve sivil toplumun yasaklarla, soruşturmalarla ve cezalandırmalarla bastırıldığı dikensiz zemin olarak gördüğünü bir kez daha gösterdi. Türkiye’nin demokratları açısından hazmedilmesi en güç olan ve hatta yürek burkan husus demokrasi tecrübesinin kusurlu olduğu göz önüne alındığında bile AKP liderinin demokrasiyi bu denli değersizleştirmesi ve siyaset kurumunu iş(lev)siz kılıp yerine telefonla fazla mesai yaptırılan bir yargı (sistemi demeye dilimiz varmasa da) ordusunu devreye sokmasıdır. Meselemiz, Erdoğan’ın seçmeni kendisine mecbur ve mahkûm eden bu son zorlamasına da alışıp alışmayacağımız. AKP’nin/Erdoğan’ın zorlamalarında başarısının bir nedeni Türkiye toplumunun direnişinin siyasi liderlikten yoksun olmasıydı. Son operasyonun hem direnişi dirilttiği ve büyüttüğü hem de CHP’yi toplumsal muhalefetin çatısı olmaya ittiği anlaşılıyor. Süreç, CHP’yi devletçi reflekslerini değiştirmeye zorluyor, başarısı da bu değişime bağlı olacak.


[1] Chantal Mouffe, The Return of the Political, Verso, 1993