“Türkiye Rusya Olmayacak”
Tanıl Bora

1990’ların popüler sloganlarından biri, biliyorsunuz, “Türkiye İran olmayacak” idi. Laisist kitlelerin, “irtica” olarak tanımlanan İslâmcılık tehdidine karşı gözde sloganıydı. 2007’deki Cumhuriyet mitinglerinden sonra yavaş yavaş rağbetten düştü. Geçen zamanda Türkiye İran olmadı - ama “İran” diyenlerin aklına gelen şeylerin bazıları da oldu. (Sırayı değiştirerek de söyleyebilirsiniz: “İran” deyince korkulan bazı şeyler oldu, ama Türkiye “tam” İran olmadı.)

“Türkiye Rusya olmayacak,” yerleşmiş bir slogan değil. Ama 19 Mart darbesi sonrası yükselen protesto dalgasında, pankartlarda zuhur etmese de, sosyal medyada bu sloganı kullananlar oldu. Saik belli: Rejimin Rusya’daki gibi bir oligarşik otokrasiye dönüşeceği, itirazların şiddetle ezilip sadece ‘denetimli serbest’ bir uysal muhalefete izin verileceği, böylece seçimlerin de göstermelik hale geleceği endişesi… Elbette bunun da ‘biz bize benzeriz’ hudutları içinde gerçekleşeceği söylenebilir, derecesi-kademesi tartışılabilir… Ama yakın ve açık tehdit, bu.

*

19 Mart darbesine karşı, bir çeşit mucize gibi tecrübe edilen protesto infilâkı, hiç değilse aktif temenni makamından, bir “Türkiye Rusya olmayacak” iradesi koydu ortaya. Toplumun toplum olma haysiyetini kanıtlayan, yurttaşların yurttaşlığını geri kazanma azmini ortaya koyan bir tecrübe, bu. Bir cevher. Bir “Yeter!” isyanı.

Orman vasfını yitirmiş arazi misali, üniversite vasfını yitirmiş taşınmaza çevrilmeye çalışılan üniversite öğrencilerinin, buzkıran gibi yol açmaları… Yeni gençlerin, en-gençlerin,  Süreyyya Evren’in tabiriyle “bu çağın öfkelerini”[1] ifşa etmeleri… Kriminal nizam hıncını esasen yine sosyalist olağan şüphelilerden çıkartırken; beri yandan -tekinsiz hınçlarıyla- bir ‘modern’ yeni-milliyetçi kalabalığın ortaya dökülmesi…

Bütün bunlar, kestirme hükümlere varmadan, daha iyi anlamayı, üzerine düşünmeyi gerektiriyor.

Özgürlükten alıkoymanın keyfîleşmesinin, işkence ve kötü muamelenin olağanlaşmasının, kalıcı bir sorun olarak, olanca vahametiyle dikildiğini de unutmadan.[2]

*

İki adım geri çekilerek bakarsak, 19 Mart darbesi karşıtı protestoları, yakın ve âcil “Rusyalaşma” tehdidine karşı koymaktan öte, yurtta ve cihanda parlamenter demokrasinin gitgide tıkandığı bir gidişata gösterilen bir reaksiyon olarak görebiliriz.[3] Seçme-seçilme hakkını korumanın önemi saklı kalmak kaydıyla; meydanlardaki, sokaklardaki avaz, temsilî demokrasinin içinin boşalmasına/boşaltılmasına karşı, karar hakkının oligarşilere-otokrasilere veya ekspertokrasilere (bilhassa ekonomik alanda, “uzmanlık” makamlarına) devredilmesine karşı bir doğrudan demokrasi avazıdır. Demokrasinin kökü olan demos’un, yani yurttaş topluluğunun doğrudan söz alması, talepkâr olması, ağırlık koymasıdır. Doğrudan demokrasinin “bilinçle” ve tam teşekküllü bir alternatif olarak ortaya çıkmasından söz etmiyorum elbette; onun yıldızının parladığı anlardan söz ediyorum. Parlamenter-temsilî demokrasinin hukukuna bir imdat kiti olarak sahip çıkan bu protestolarda, parlamenter-temsilî demokrasinin krizine ve yetmezliklerine dair bir sezi de soluk alıyor; onun ötesine dair bir arzu da kıpırdıyor.

*

Herkes, tabiatıyla, Gezi’yle kıyaslıyor. Gezi’nin de bir parçası olduğu, 2010’ların ilk yarısındaki büyük meydan protestoları dalgasıyla bağlantılı düşünmek gerek (Wall Street’ten başlayan “İşgal Et” hareketi, Tahrir, Atina Sintagma Meydanı, İspanya’daki “Gerçek demokrasi” protestoları, Brezilya, Fransa’daki “Gece Ayakta” eylemleri…).[4] Günümüzde de, 19 Mart darbesi karşıtı büyük protestoya da akraba çıkarabileceğimiz bir dizi ‘olay’ yok mu? Gürcistan, Sırbistan’da cumhurbaşkanını istifaya zorlayan protestolar, Arjantin’deki “emekli isyanı,” İsrail’de Netanyahucu rejime karşı kitle seferberliği, Almanya’da son seçimlerden önce kabaran anti-faşist gösteriler… Sanki, yaklaşık on yıllık bir çevrim düzeni içinde, yine dünya çapında bir kitlesel protesto (dalgası demeyelim) esintisi…

Dünya halkları, yeryüzünün madûnları, eskinin çoktandır çürüdüğü, yeninin bir türlü yeşeremediği şu uzatmalı arafta, Gramsci'nin galatımeşhuruyla "canavarlar zamanı"nda, tekrar tekrar “Yeter!” diye ayağa kalkıyorlar. Kalkıyorlar kalkmasına da, sonra yine susup oturuyorlar.

*

Çünkü, riyakâr moda tabirle, bir “sürdürülebilirlik” sorunu var. Çünkü, bu protesto dalgaları bir “form”a giremiyor, “form” tutamıyorlar. Hem protestocu kitlenin şekilsizliği, kendiliğindenliği, kafa karışıklığı, parça tesirli çoğulluğu ve o çoğulluk içinde muhalif değil de ancak memnuniyetsiz denebilecek unsurları da (hatta “başka” veya “yanlış” şeylere kızanları da) içermesi, bir “yapı”ya sığmalarını zorlaştırıyor. Hem zaten kendince bir siyasî teklifi olan mevcut yapılar, yerleşik örgüt töreleri ve mevcut tarz-ı siyaset, onları “kucaklayabilecek” kabiliyetten yoksun. Belki de, bugün bilmediğimiz biçimler, yöntemler çıkacak. Belki de, bu dalgalanmaları ve özellikle akabindeki durulmaları, bu biçimler, yöntemler hakkında düşünmek ve eylemek için değerlendirmekte bir yetersizlik var.

*

19 Mart darbesi protestolarında, sandığın yardımına sokak koştu. Sandık siyaseti, nicedir sokağı men ediyordu, şimdi onun desteğiyle nefes buldu. Sokak, sandığın alternatifi olarak, “çözüm” rolünde sahne aldı.

“Sokak,” evet, sahnedir. Ayıp bir şey değil bu; siyaset dediğiniz, kamusal sahnedir neticede, rol oynamadır. Ama hayat sahnede geçmiyor. En direngen, en coşkun kitleler de, bir noktada meydanlardan çekiliyor.

*

Belki, “sokak” mecazının başka bir kullanımını hatırlamak lâzım. “Arap sokağı” mecazındaki sokağı kastediyorum. Ki bunun “İran sokağı” ve “Kürt sokağı” uyarlaması da var. Ortadoğulu/Oryantalist bir imgedir: “Arap sokağı” uzun süre lâkaytlığın, teslimiyetçiliğin, bir kolektif sersemliğin tabiri idi. Sonra, Asef Bayat, o “sokak”ta letarji manzarası altında söylentinin, homurtunun, öfkenin kol gezdiğini, şekilsiz şemailsiz ilişki ağlarının örüldüğünü anlattı.[5] Onun “gayrı-hareket” dediği bir ‘gizil’ hareketin varlığına dikkat çekti. Madûnların örtülü direniş stratejilerini hatırlatan bir manzara…

Gösterici kitleler yorulduğu, protesto kalabalıkları ric’at ettiği, meydanlar artık uğuldamadığı, sokak sessizliğe büründüğü zaman da, sokak başka bir cephesiyle yine sokaktır. “Sokak röportajı”nın, esnaf ziyaretinin berisindeki sokak – sebat sokağı... “Sokak çağrısı,” aynı zamanda temas sağlama, ilişki sürdürme, bağ kurma, ağ örme, örgütlenme çağrısı olmalı değil mi?

*

Sokağın sandığın yardımına koşmasından söz ettik. CHP, bu buluşmadan moral ve enerji devşirdi; tarihinin (ki çok uzun tarihtir!) kritik halksallaşma ve tazelenme uğraklarından birini yaşıyor. Bunu, tarihinin 1950’lerde Demokrat Parti dönemi ve 12 Eylül sonrasının ardından, en ağır iktidar saldırısı altında bulunduğu dönemde yaşıyor. İktidar, ona bir yandan suç örgütü muamelesi yaparken, bir yandan da CHP’yi kronik marazı olan iç mücadelelerinin, kendiyle meşguliyet şehvetinin içinde boğmaya çalışıyor. Rejimin kendini tahkiminde muhalefeti ‘terbiye etmek’ temel bir icap olduğundan, “CHP sadece CHP değildir” denebilecek bir zamandayız. Onun için, zaten bir kitle sporu olan “CHP’ye akıl verme” gayreti de bugünlerde had safhada! CHP, şu türbülanslı günlerde, ‘dışarısıyla,’ yani üyesi-mensubu, hatta ‘organik’ seçmeni olmayanlarla ilişki hukukunu geliştirmeyi daha fazla tecrübe etti. (Bu, elbette, muhatapları açısından da bir tecrübedir ve zamanımızın yeni biçimler, yeni yollar yordamlar arayışında da bir tecrübedir.) Önümüzdeki dönemde herhalde bu kasları geliştirmesi iyice önemli olacak. Ve herhalde, “Kürt sokağı” ile ülfetini nasıl kuracağı, çok önemli olacak.


[1] https://bucagdergisi.com/bu-cagin-ofkelerine-dair-kismi-gozlemler/

[2] Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın açıklaması: https://tihv.org.tr/basin-aciklamalari/basina24032025/

[3] “Çağdaş” kapitalizmin demokrasiyle telif edilemez hale gelişine dair, bkz. Cem Cemgil-Ömer Turan (hazırlayanlar): Kapitalizm ve Demokrasi - Bir Zıtlığın Anatomisi. Metis Yayınları, 2023.

[4] Bu dalganın derli toplu bir analizi için: Paolo Gerbaudo: Maske ve Bayrak. Çev. Diyar Saraçoğlu. Kafka/Epsilon, 2017.

[5] Asef Bayat: Siyaset Olarak Hayat. Çev. Özgür Gökmen. Metis Yayınları, İstanbul, 2016.