Jeopolitik Aklın Sıkıntıları
Orhan Koçak

Küreselleşme denilen sürecin geri gitmek veya sona ermek şöyle dursun daha da yoğunlaştığının en şaşmaz göstergelerinden biri tam da bu konudaki çığırtkanlığın nicel ve nitel artışıdır. Sürecin çeşitli muarız ve eleştirmenleri, egemenlikçiler, milli devletçiler, milliyetçiler, “komünistler”, dünyada gözden uzak pek az yer kaldığının farkında değilmiş gibi davransalar da “uluslararası ilişkiler” veya “jeopolitiğin” akademiden medyaya, parti kongrelerinden köy kıraathanelerine kadar bütün tartışma ortamlarının en popüler ve canhıraş konusu haline geldiğini görmüyor olamazlar. “Jeopolitik akıl” diyebileceğimiz bir düşünme, hesaplama ve arzulama tarzı, düne kadar farklı hatta karşıt görünen siyasi akım ve ideolojilerin birbirine değmesini ve benzemesini sağlayan geçer akçedir artık. Bu aklın tutku ve fantezilerini sadece Milli Savunma Üniversitesi Alpaslan Savunma Bilimleri ve Güvenlik Enstitüsü’nün çıkardığı Savunma ve Güvenlik Araştırmaları Dergisi’nde değil, 90’lı yıllardan beri çeşitli ulusalcı mizah dergilerinde, “sol” ve sağ edebiyatta, “sol” ve sağ günlük basın ve periyodik yayınlarda, yerli dizilerde ve elbette TV kanallarının emekli asker, istihbaratçı ve diplomatlardan oluşan gedikli yorumcu kabilesinin aralıksız konuşmalarında da izleyebilmekteyiz.

Bir zamanlar sosyal bilim okuyan ve akademik kariyer yapmak isteyen başarılı üniversite öğrencileri, yolun bir yerinde şu tercihle de karşı karşıya kalırlardı: uluslararası ilişkiler mi yoksa tarih mi? İkincisinin kişiyi birincisinden muaf (ya da münezzeh) kılmadığını gösteren en yakın örnek, akademiye kıraathane ve pehlivan tefrikası kontenjanından katıldığı izlenimini her geçen gün güçlendiren İlber Ortaylı’nın Hürriyet gazetesindeki jeopolitik yazıları. Aşağıdaki pasaj, geçen Şubat ortasında yapılan Münih Güvenlik Konferansı üzerine yazılmış.

Geleceğin kavgası -Allah korusun- kesinlikle Avrupalıların yanında yer alacağımız bir savaş olmamalıdır. Hatta böyle bir savaşta bağımsız ve tarafsız kalmamız en mantıklı yoldur. Şayet zorlanacak olursak, savaşa ancak en uygun zamanda, son günün son dakikasında girmeliyiz. İkinci Dünya Savaşı’nda bu tavrı gösterdik. Birincisinde ise ülkeyi mahvettik. Aynı hata, Avrupa’nın yanında yer alarak tekrarlanmamalı (…)

Şu bir gerçek: Bugün Avrupalılar, artık İsveçlilerin ağzıyla Türk ordusunun savaş gücünden bahseder oldular. Tabii, bu savaş gücü sanayi ile de desteklenecek. Doğrusu, bu gücü onların emrinde harcamak akıl kârı değil. Gelecekte bu durum Türkiye’ye kazanç sağlayacaktır. Eğer “Savaşta kazanç sağlamak ayıptır” diyorsanız, bu savaşa dâhil olmak daha da büyük bir ahmaklık olur. (23/02/25)

Ortaylı, mutasavver bir dünya savaşını Avrupa’nın değil, başka büyük güçlerin, mesela bir ABD-Rusya ittifakının, veya belki ABD’siz bir Çin-Rusya ittifakının kazanacağına inanmış olmalı ki, “kesinlikle” Avrupa’nın karşısındaki blokta yer almamızı, en azından Türkiye’nin II. Dünya Savaşı’nın sonunda yaptığı gibi savaşa son anda ve tabii kazanan(lar)ın safında katılmamızı önermekte. İnsan düşünmeden edemiyor, bu tercihte “İlber Hoca”nın kendi özel mesleki sancıları da rol oynamış olabilir mi acaba, tarihçiliğine uzunca bir süredir Doğu Avrupa, Rusya, Azerbaycan ve Orta Asya dışında pek itibar edilmediğini hesaba katarsak? (Nitekim Yalçın Küçük onu Türkiye’nin en iyi tarihçisi sayıyordu.) Ne olursa olsun, Ortaylı’nın da Trump’ın ikinci gelişinden belli bir memnuniyet duyan, en azından şikâyetçi olmayan geniş bir “realist duyarlıklı” kamuoyuna dahil olduğunu biliyoruz. ABD seçimlerinden birkaç gün sonra Hürriyet’te şöyle yazıyordu:

[Trump’ın] Putin ile dostluğu, bazı Amerikalıların iddia ettiği gibi ihanet sınırına çekilemez. Nihayetinde iki politikacının yakın ilişkileri çok eskiye (?) dayanır. 18. asırda bir ülkenin veliahdı, diğer ülkenin hükümdarıyla gizlice ilişki kurarsa bu hem usulsüzdür hem de Büyük Petro ile oğlu Aleksey davasında görüldüğü gibi ihanet sayılabilir. Putin ile Trump bir ölçüde (?) anlaşacaklardır. Ukrayna Savaşı’nın anlamsız kısmı (?) sona erecek. Henry Kissinger, Doğu Ukrayna’nın Rusya’ya bırakılması gerektiğini söylediğinde bu bilgece bir yorum olarak kabul ediliyor da, Trump bunu söylerse neden suç sayılıyor? (…) Türkiye ile ilişkilere gelince; Rus-Ukrayna Savaşı’ndaki geleneksel diplomasimiz oldukça isabetli oldu. Hiç kimseye hesap vermek zorunda değiliz. Trump ile Cumhurbaşkanımız arasında hem sürtüşmeler yaşandı hem de kısa sürede çözüme ulaşan ilişkiler oldu. (10/11/24)

Realist uluslararası ilişkiler anlayışının Ortaylı’ya göre daha sistematik ve serinkanlı bir sözcüsü, yazılarını son yıllarda Karar gazetesinde okuduğumuz akademisyen Mensur Akgün de bütün sevimsiz özelliklerine rağmen ya da belki tam bu yüzden Trump’ı Türkiye’nin güvenliği için bir fırsat olarak görenlerden.

20 Ocak’ta iktidara gelişinden bu yana Trump ülkesini de dünyayı da büyük ölçüde yeniden kurguladı. Amerika kendi içinde değişti, hakları ve özgürlükleri kısıtladı, yasalarını askıya aldı (…) Hasımlarından çok dostlarını zorladı. Avrupa’ya başınızın çaresine bakın dedi. Hepsinin ötesinde de ticaret savaşlarını başlattı. Neyse ki Türkiye ile ilişkilerini germedi. Suriye’de yapıcı olabileceğimize inandığını belli, Ukrayna savaşının sona erdirilmesi için gösterdiğimiz çabayı da takdir etti (…) Ayrıca kurgulamaya çalıştığı yeni dünya düzeni de Türkiye için fırsatlar yaratacağa benziyor. Fazileti tartışmalı olmakla birlikte Trump yönetiminin siyaset anlayışıyla AK Parti iktidarının siyaset tarzının örtüştüğü de sır değil. Tüm bunların ötesinde Trump yönetimin iki tarafa uyguladığı baskı ve diğer yöntemlerle Ukrayna’daki savaşı bitirebilirse Türkiye üstündeki yaptırımlara uyun baskısı da sona erebilir, günün birinde bizi içine çekebilecek bu büyük istikrarsızlık da yönetilebilir hale gelebilir. Unutmayalım ki Ukrayna Savaşı Türkiye açısından ciddi bir riskti ve hala da öyle. (Karar, 02/04/25)

Bir tarihsel analoji de kurmuştur yazar, daha eski bir yazısında:

Eğer iki ülke anlaşabilirse, Trump ve Putin 1938 Hitler-Chamberlain örneğini farklı biçimlerde de olsa tekrarlamazsa, Ukrayna’daki savaşın bitmesi, Ukrayna ile Rusya’nın anlaşması çok daha kolay olacağa benzer. Büyük olasılıkla Ukrayna vereceği toprak tavizi karşılığında güvenceler elde eder, ülkesi hukuken de bölünür ama geri kalanını korumak imkanına kavuşur. Zaten görev süresi çoktan bitmiş olan Zelenski de ilk seçimlerde yerini bir başkasına bırakır. Bizim açımızdansa kuzey sınırlarımızdaki istikrarsızlık biter, müttefiklerin koyduğu keyfi yaptırımlara uyun baskısı sona erer, Ukrayna ve Rusya ile olan ilişkilerimiz daha da normalleşir. Güvenlik açığı kapanmayacak olan Ukrayna Türkiye’ye daha fazla yaslanır, daha çok fırkateyn, daha çok zıhlı araç ve dron alır. Savaşın tırmanma ve ittifak üyeliğimiz yüzünden bizi de içine çekme riski azalır. Kazayla dahi olsa nükleer bir felaketin yaşanması önlenir. (19/02/25)

Bu bağlamda asıl uygun analojinin “Münih” veya “Çekoslovakya 1938” değil de iki yıl sonraki Molotov-Ribbentrop (veya Stalin-Hitler) paktı olduğunu bilmiyor olabilir mi bu kültürlü köşe yazarı? Öte yandan Realist “kuramın” temel bir özelliğinin ülkelerin iç işlerine karışmamak olduğu varsayılır; oysa Akgün burada Ukrayna başkanını gönül rahatlığıyla görevden alıyor. İşin “Türkiye için fırsat” kısmına gelince, yazar, “barış” dileğiyle çirkin bir tezat oluşturacak şekilde, Ukrayna’nın güvenlik açığının ABD-Rusya barışında bile kapanmayacak olmasından çıkar ummaktadır: açık tam kapanmasın ki Türk askeri-sınai kompleksi Ukrayna’ya (ve belki Rusya’ya da) daha çok silah satmaya devam etsin. Şu sorudan kaçıyordur realist dış politika uzmanı: Türk silahlarının savaş alanına akması, Türkiye’yi savaşın dışında tutmaya mı yarar, yoksa savaşın içine çekmeye mi?

Trump’tan bir tatmin payı çıkaranların her birinin kendi özel gerekçeleri olabileceğini söylemiştim. Mensur Akgün’ün durumunda “kurama” bağlılık olarak görünüyor bu özel sebep, realist “kurama” ve o “kuramın” zemini ve garantörü olan bir ebedi savaş haline bağlılık, bir “Hobbes dünyasına” sadakat. Ve tabii böyle bir dünyanın hükümran faili olarak devlete, en başta kendi devletine, ama genel olarak da Devlet fikrine tapınç.

Buna karşılık Artı-Gerçek sitesinde İrfan Aktan’la bir söyleşisinde sarfettiği “Kürtlerle ilgili bir bilgim de bir duygum da yok” cümlesiyle hatırladığımız emektar Marksist siyasal iktisatçı Korkut Boratav’ın bu tür bağlılık ve tasalardan azade olduğu tahmin edilir. Gerçek şu ki o da yakın zamanda TKP’nin SolHaber sitesinde yazdığı “Tek kutuplu dünya yok olurken…” başlıklı yazıda (04/04/25) Trump’a ilişkin bir umut “izhar etmekten” geri duramadı: “Niyeti ne olursa olsun Trump, bu ortamın kaynağı olan ABD hegemonyasını baltalamaya başladı. Sonuçlarının bugünden daha kötü olması beklenemez.” Bu ortamdan (?) daha kötü bir durum olamaz mı ve “Korkut Hoca” Trump’ın Amerikan hegemonyasını baltaladığına sahiden ihtimal veriyor mu?

***

Bütün bu farklı gerekçe ve konumların ardında açıkça dile getirilmeyen ortak bir duygunun yatıyor olmasından korkarım ben: Trump geldi, örtü düştü: Kapitalizmin ve emperyalizmin çıplak gerçeğiyle yüz yüzeyiz şimdi: Böylesi daha iyidir, en azından aldatılmıyoruz, karşımızdaki düşmanı bütün yalansızlığı içinde teşhis edebiliyoruzdur. Bu yargıyı adamın ilk gelişinde, eski İGD’li usta şair arkadaşım Erdal Alova’dan işittiydim. Şaşırmıştım, Trump öncesinde Amerika onu aldatıyor muydu yoksa? ABD gerçekliğine ancak Trump’ın Realizmi sayesinde uyanacak kadar bihaber miydi? Sormadım, arkadaşlığımız devam etti. Benim adım Tanıl Bora. Ya da Akif Kurtuluş.

Şundan korkarım: Bu matriks içindeki herkesin, sadece Emekli General Ertürk Türker’in veya Prof. Dr. Celal Şengör’ün veya özel harp yayınları yönetmeni şair Enis Batur’un veya yine tatlı şair & denemeci Ali Heydar Hepgüler’in değil, “bizzat” Korkut Boratav’ın da asıl kızdığı, nefret ettiği şeyin örtünün ardındaki gerçeklik değil, o örtünün kendisi olması. İşte sevgili arkadaşım Tanıl Bora’nın “medeniyet kaybı” derken kastettiği de buydu: incir yaprağına ihtiyaç duymayan bir çıplak, düz, mecazsız gerçeklik.

Galiba Enis’e de ihtiyaç bırakmayacak bir sosyal ve kültürel rejim. İzleyeceğiz.