“Asla Gözlerini Kaçırma” (2)
Erdoğan Özmen

“Ey, bugünkü sahiplik durumuna hangi yollardan eriştiğimizi bilmeyi buyuran bahtsız bellek!”

Witold Gombrowicz, Ferdydurke[1]

Resim ressamın ağzından konuşuyordur, diyorduk. Ressamı seçen resimdir. Çünkü bilinçdışı bir bilgi biçimidir, “kendini bilmeyen bilgi”dir. İstenmeyen ve  tehlikeli bulunan; bir sarsıntıya, varlığın “tutarlılığını” ve “bütünlüğünü” tehdit eden bir alt üst oluşa yol açmaya matuf bir bilgi biçimidir. Nitekim, o yüzden bastırılmıştır. Resim o sarsıntıyı, altüst oluşu yumuşatıyor, söz konusu bilgi için bir kanal açıyor ya da bir zemin yaratıyordur. Söz konusu bu ehlileştirmeyi, yumuşamayı garanti etmek üzere zamana yayarak yapıyordur bunu. Kurgunun kendini yönetmene adeta dayatmasına benzer biçimde, bilinçdışı da kendini dayatıyordur.

“Yani yalnızca bir mahal ya da sahne (der anderer Schauplatz, “Öteki sahne”) değil, aynı zamanda orada devam eden ve beklenmedik şeyler gerçekleştiren bir düşünmedir bilinçdışı. Ve orada bir şeyler gerçekleştiğinde -ki her zaman bir şeyler gerçekleşir- kendimi (başlangıçtaki) zoraki seçimin zıt versiyonu içinde, yalnızca varlığı seçmemin mümkün olduğu bir seçim içinde bulurum. Bilinçdışını, örneğin dil sürçmesini seçmem diye bir şey mümkün değildir. Bu sefer o beni seçer, bir bakıma.”[2]

Filmdeki en dokunaklı sahnelerden birisi şudur: Filmin kahramanı bir ağacın üstünde uzaklara bakıyordur, güneşli bir gündür, yaprakların hışırtısı dışında her şeyi kuşatan, saran ve bir süre havada asılı kalan bu dinginlik ve sessizlik anı olağanüstü bir keşif anıdır. Anne-babanın korku dolu bakışlarına yol açan bir vecd, kendinden geçme, büyülenme haline kapılmıştır sanki. Büyük bir heyecan ve sevinç içinde “anladım” diye bağırarak iner ağaçtan. Muhtemelen bütün bedenini kateden bir duyumsama ve karşılaşma anıdır söz konusu olan. Nitekim geriye dönük olarak, demek daha eksiksiz bir yorumlama ve anlamlandırma sayesinde söz konusu anın eşsiz bir temas ve karşılaşma anı olduğu giderek daha aşikar hale gelecektir. Film boyunca tanık olduğumuz şey, anladığı şeyi, resimler dışında hiçbir zaman tam olarak ifade edemeyecek, söze dökemeyecek oluşudur. Çok sonraları, artık ünlü bir sanatçı olmuşken, resimlerinin sergilendiği galeride söyleşirken, uzun uzun açıklamalar yapması beklentisiyle sorulan sorulara yalnızca “ben yorum yapmıyorum, resim yapıyorum, her hakikat tutarlıdır, gerçek olan her şey güzeldir” demekle yetinecektir. Bir an “o resimleri yapabildiğine göre, her şeyi olanca berraklığıyla hatırlamış olmalı” demek geçer içimizden; onun ağzından ise sadece şu sözcükler dökülecektir: “Ben gerçeği istiyorum, bu kadarı yeter bana”. Ne söylese eksik olacak, yarıda kalacak, tökezleyecek, amacına ulaşamayacaktır sanki.

Bilinçdışı içeriğin hareketi kendine ayrılan yere, kendi yerine yerleşmek içindir. Deyim yerindeyse beni bunun için seçer, ya da dış gerçekliğin bazı parçalarına bu sebeple tutunur, yapışır. Benim olmadığım yerdir bu. Filmdeki müthiş sahnelerden birinde bu vardır: Aniden çıkan bir rüzgar, pencerenin çarpmasına, odadaki malzemenin dağılmasına, bazı görüntülerin üst üste binmesine neden olur. Güya tesadüfi bir karşılaşma gerçekleşmiştir, ama çoktandır beklenen bir tesadüftür bu. O kısacık anda, zamanda bir yarık oluşur sanki, bir ışık çakar, zaten bilinen bir şeyin üstüne düşer, bir şey canlanır gibi olur, berraklık artar. Bir perde aralanır gibi olmuştur. Belki de, tüm filmi anlatan metafordur bu: Bir perde ağır ağır aralanıyordur. 

Bir de, filmde yönetmenin bütün karakterlerine, en fenalarına bile şefkatle yaklaşıyor, onları kapsıyor oluşu var. Filmi benim için güçlü, çok yönlü bir çağrışım nesnesi katına yükselten şeylerden birisi de buydu galiba. Film, bunu yapabildiği ölçüde gelecek üzerine ve iş işten geçmeden birlikte düşünme önerisi haline gelmiş. Dahası yönetmenin bu tutumu, belki de asıl anlatmak istediği kayıp/travma hikayesini daha çok öne çıkarmış, daha belirgin hale getirmiş ve herbirimizin kendi kayıp/travma hikayesiyle kısa devre yapma kanallarını çoğaltmıştır sanki. Filmden sonra içimizde bir şeyin havalanır gibi olması bu yüzden belki de; kendi sözcükleriyle daha sonra, zamanla buluşacak olan o kısa devrenin seğirmesindendir. 

***

Uzun ve meşakkatli yolculuklardan, uzun rüyalardan, uzun tefekkürlerden, uzun arayışlardan, uzun psikanaliz seanslarından sonra varılan bir yer varsa eğer, yani tümündeki  amaç bir yere varmaksa, “meğerse buymuşum ben” uğrağı değil midir o yer? Hiçbir şey değişmemiştir aslında, ölülerimizi gömmüşüzdür, kaybettiklerimizin, artık hayatta olmayan sevgililerimizin geride bıraktığı boşluk orada, yerli yerindedir. Her şeyi dolduran kahredici boşluk. Ama, yine de o yolculuğa çıkmış ben eski ben değildir artık. Filmin sonu, aynı zamanda filmin özeti gibidir, sevinçli bir umut bildirisi gibi. Olmak ile bilmek arasındaki farkın silindiği, iki konumun tam olarak örtüştüğü, iç içe geçtiği, bir olduğu olağanüstü bir varoluş momenti gibi:

Tercümesi şöyledir belki: “Benim asıl hikayem, şimdi, bundan sonra başlayacak.”

Ya da; “işte şimdi borcumu ödemiş hissediyorum, seninle yeniden güçlü biçimde ve tam bir gönül ferahlığı içinde özdeşleşebilirim.” Çünkü, belki de tüm yolculuk teyzenin aziz hatırasını yaşatmaktan daha çok bizzat teyze için, teyze adına kat edilmiştir. Teyzenin geride bıraktığı, tamamlayamadığı bir şey şimdi tamamlanmıştır sanki.

Ya da; “umuyorum ki artık rahatça, huzur içinde uyuyabilirsin.”

Ya da; “seni asıl şimdi tüm benliğimle ve güçlü bir biçimde hatırlıyorum.”

Ya da; “hiçbir şey boşuna değildi.” 

Ya da; yarattığı eserin gölgesinde kalan, biraz silinen  (yüceltimde bir anlamda da benliğin silinmesi vardır çünkü) bir özne vardır artık. Ama bizzat bu silinme işlemi, benliğime yönelmiş bu güçlü saldırı bir açıdan da varlığımın görmezden gelinemez olumlanması, bir varlık kesinliği değil midir?  “Bu sayede, bundan sonra büsbütün ayrı bir varlık, güçlü bir ben olarak var olacağım.”


[1] Witold Gombrowicz, Ferdydurke, Çev: Osman Fırat Baş, Jaguar Kitap, 2017, s. 10

[2] Alenka Zupancic, Biliyorum, ama yine de; Çev: Barış Engin Aksoy, Metis, 2024, s.62