"Büyük Ortadoğu" ve İkinci "Çözüm Süreci"
Ömer Laçiner

İktidar yetkililerinin söylediğine ve DEM sözcülerinin de itiraz etmediklerine bakılırsa; Nisan başından itibaren resmen yürürlüğe konulmuş gözüken –ikinci– çözüm süreci, sadece PKK'nın silahlı mücadeleyi terk ve kendisini örgüt olarak feshetmesini içeriyor. Her iki taraf da bunun karşılığında Türkiye devleti ve iktidarın hangi yükümlülüklerin sözünü ve güvencesini verdiğinden bahsetmiyor, bundan bilhassa kaçınıyorlar. Nitekim DEM yetkilileri, heyetlerinin gayet olumlu geçtiği ilan edilen Erdoğan’la görüşmesinde ona kapsamlı bir talepler listesi verdiklerine dair “söylenti”yi derhal yalanlama ihtiyacı duydu.

Bir liste verilmemiş olabilir ama uzlaşmanın iktidar kanadı için hiçbir yükümlülük içermediği görüntüsünün kesinlikle inandırıcı olamayacağı da apaçık bir gerçek. Anlaşılan odur ki; PKK-Öcalan da dahil Kürt tarafı, başlatılan sürecin kamuoyuna açık yönünde devlet ve iktidar kanadının “Kürt sorunu yoktur, sorun sadece PKK’nın varlığıdır” diye özetlenen resmi politikasına uygun bir çerçevede davranılmasını ve kendi sorun teşhislerine ve önerilerine dair kısmın ise –şimdilik– halen de yapılmakta olan gizli müzakereler/pazarlıklar faslında ele alınmasını kabul etmiştir.

Sürecin başlatıcısı AKP-MHP olduğu için başka türlüsünün olamayacağını zaten biliyoruz. Ama baştan beri de iktidarı bu adımı atmaya iten saikin ne olduğuna, neyin amaçlanmış olabileceğine, PKK-Öcalan ve DEM tarafının rızasının hangi güvencelerle alındığına ve hele de girişimin niçin Devlet Bahçeli tarafından o herkese “yanlış duyuyorum galiba” dedirten davetle başlatılmasının tercih edildiğine dair soruların akla uygun bir cevabı, açıklaması yok. Bahçeli’nin çağrısı ve karşı tarafın olumlu karşılaması ortadayken hükümetin özellikle Suriye'deki Kürt bölgesine ilişkin düşmanca söylem ve eylemlerini, birçok sivilin ölümü pahasına bombardımanları sürdürmesini AKP-MHP cenahının “çağrı karşı tarafın yapması gerekenlerden ibaret, bizim değiştirmemiz gereken bir şey yok” diye açıklıyor olduğunu farz etsek bile; en azından sorunun ağırlığı dikkate alınarak birkaç “iyi niyet” jesti yapma yerine “CHP’ye bunları yapanlar bana neler yapmaz ki” dedirten pervasız adımlar atabilmesinde de bir tutarlılık aramak boşuna. 

Denilecektir ki; devlet, hükümet, parti gibi politik öznelerin ve hatta kişilerin söz ve eylemlerinin arasında ve içinde bir mantık ve tutarlılık beklemek artık geride kalmış bir çağın, dünyanın alışkanlığı idi. Eski dünyanın, eski Türkiye'nin çerçevesinden bakıldığında mevcut politik öznelerin sözleri ve eylemleri arasında ve içinde yığınla çelişki ve birbirini yalanlama, ilişkisiz ögeler bulabilmeniz şimdi artık “normal”. Çünkü “zamanın ruhu” böyle gerektiriyor. Bir bakıma Newton fiziği evreninden kuantum fiziği dünyasına geçmiş gibiyiz yani. Nasıl Newton fiziğinde ögeler hareketlerini yöneten yasalara uygun, öngörülebilir sonuçlar sergileyecek biçimde davranıyorlar ama buna mukabil kuantum düzeyinde ögeler öngörülemez biçimde davranıyor, ortamda bir belirsizlik hali hüküm sürüyorsa öyle. Buna rağmen kuantum fiziği ile Newton’unkinin ulaşamayacağı bir bilinebilirlik düzeyi ve kesinlik derecesine ulaşılmış ise hangisinin tercih edilmesinin zorunlu olduğu da apaçık demektir.

Bu mantık, bırakın “sıradan insan”ı, daha üst düzey bir akıl ve bilinç atfettiğimiz devlet, hükümet, parti gibi politik özneleri birer kuantum, yani iradesi ve amacı söz konusu bile olmayan “şey”ler saydığımız takdirde elbette doğru sayılabilir. Ne var ki insan ve onun salt insana özgü olan her edimi, kuantumun tam aksine öyle ya da böyle bir irade, bilinç ve amaç içerir. Dolayısıyla çağımızın genel durumunun kaotik görünümü ve bir belirsizlik halinin hüküm sürüyor olması ne denli gerçek olursa olsun, o durum içinde hareket eden insani öznelerin söz ve davranışlarının da kaotikleşmesini, tutarsızlığın kural haline gelmesini asla gerektirmez. Bu durum sadece akli, tutarlı bakış ve davranışın yeni yöntem ve biçimlerini icat edebilmek için “eski dünyanın –bu arada Türkiye’nin–” düşünme biçimlerinden sıyrılmamız gerektiğini gösterir bize. Tıpkı kuantum bilgisayarlarının yeni ve çok katmanlı algoritmalarla çalışması gibi.

Konumuza dönersek; sorunun içeriği ve çözümü boyutundan bakıldığında AKP-MHP cephesinde belirsizlikten de, değişimden de söz edemeyiz. MHP var olduğundan beri, AKP de ilk çözüm girişimini tersledikten itibaren “Kürt sorunu yoktur, olan PKK sorunu, bölücü terör sorunudur” noktasındadır ve şimdi de buradan konuşmaktadırlar. Çözüme dair “PKK kendini feshetmeli” dışında tek kelime etmemeleri bundandır. Öncekileri saymazsak da on yıllardır sürdürülen sayısız askerî harekâta, defalarca yapılmış “kökünü kurutmamız yakındır” ilanlarına rağmen ne PKK’nın etkinliği azaltılmış ne de Kürt halkının devlete entegrasyonu sağlanabilmişken PKK’ya kendini feshet önerisiyle gitmek “evet Kürt sorunu var, çözüm bulamıyorum, gel birlikte müzakereyle, pazarlıkla çözmeye çalışalım” demenin Cumhur ittifakıcası. Abdullah Öcalan, PKK, DEM ve diğer Kürt özneler de böyle tercüme ettikleri için olur dediler ama muhataplarının zihni yapısını gayet iyi bilerek.

Şunu da not etmek kaydıyla: Her iki taraf da bu pazarlık ve müzakerelerin sonucunun en iyi ihtimalle bile kendi tanımladıkları sorunun çözümü olmayacağı, sonuç ne olursa olsun sorunun var olmaya devam edeceği önkabulü ile orada olacaklardır. Çünkü Kürt sorunu gibi milli sorunlar, toplumsal-politik konulara ulus-devlet çerçevesi/kalıbı içinde yaklaşımın ve bunu doğal ideolojisi olan milliyetçilik içinde yorumlamanın/anlamlandırmanın gösterdiği ve içeriklendirdiği sorunlardır ve dolayısıyla ulus-devlet “format”ı ve ideolojisi geçerli kaldıkça bazen yatışsalar bile var olmayı sürdürürler. Nitekim ulus-devletlerin teşekkül ettiği son iki-üç yüzyıllık tarihte milli sorunlarla karşılaşmış hiçbir ulus-devlette bu sorun geride bırakılmış değildir. Sorun eşitlikçi, eşitleyici kanalların açılması ve işletilmesi oranında yatıştırılabilmiştir sadece.

Türkiye’deki mevcut iktidar blokunun –ve ayrıca Zafer Partisi’nden CHP’nin büyük kısmına kadar muhalefet cephesi çoğunluğunun– ne böylesi kanalları açma kararlılığı vardır ne de Kürtlerin bu nitelikteki taleplerinden vazgeçmeleri söz konusudur. Kürtler aynı durumun azınlık ulus oldukları bölgenin diğer ulus-devlet toplumları için de geçerli olduğunun da farkındadırlar. Ve son yüzyılın deneyimleri açıkça göstermiştir ki bölgedeki bütün Kürtleri kapsamasa bile bir Kürt ulus-devletinin yaşayabilmesi, onu çevreleyen bütün ulus-devletlerin kıskacında imkânsız denecek ölçüde zordur.

Bunun mümkün olabilmesinin tek koşulu, “Büyük Ortadoğu” denilen bölgenin, dünya ölçeğindeki güç mücadelesinin de önemli bir konusu olarak yeniden biçimlendirilmesi gerekecek bir sarsıntı, kaos sürecine girmiş olmasıdır. I. Dünya Savaşı ertesinden başlayıp 1950’lerde arızaları bol bir statükoyla sona eren süreç gibi örneğin. 1990'larda Sovyet blokunun çöküşünü takiben Irak’ın işgali ile başlayan ve 11 Eylül ve Suriye’de iç savaşın körüklenmesiyle devam eden süreç ne ölçüde ABD’nin ilan ettiği “Büyük Ortadoğu projesi” ile uyarlıdır bilemeyiz ama kaosun sona ermediği, bu kez de Çin’in sahnede belirmesi ve İsrail saldırganlığının sınır tanımaz hale gelişi ile besbellidir. ABD-İsrail ittifakının ve –Türkiye'nin bölgede nüfuzunu arttırma hamlelerinden rahatsız– Arap otokrasi ve monarşilerinin de onayıyla şimdi İran’ı doğrudan hedefe koyan saldırıları o “proje”nin ikinci etabı ise; iktidarının ilk döneminde “proje”nin baş aktörlerinden biri olduğunu böbürlenerek söyleyen Erdoğan’ın şahsında Türkiye devleti halen de bu projenin içinde midir yoksa projenin asıl sahibinin İsrail ve Arap devletlerinin de isteğiyle yaptığı revizyonla dışlanmış ve “maruz kalacaklar” safına mı itilmiştir?

Bu sorunun cevabını henüz bilmiyoruz. Ancak şu ana kadar konuyla ilgili tavır alışlarının geneline bakıldığında kuvvetle tahmin ediyoruz ki; iktidarın AKP tarafı “proje”den resmen değilse bile fiilen dışlandığından kuşkulanmakta ve dahil olma yolunu aramaktadır. Buna mukabil MHP ise projenin Türkiye aleyhine sonuçlar doğuracak bir yöne “evrildiği” kanaatine varmış ve önlem olarak Türkiye’nin Ortadoğu politikasını bir Türk-Kürt uzlaşımı temelinde ciddi bir revizyonla yeniden biçimlendirmek amacıyla o hiç beklenmeyen çağrıları yaparak harekete geçmiştir. 

Bu yaklaşım farklılığı iktidar cephesinde bir çatlamaya yol açmış görünmüyor henüz. Ama bu durum önümüzdeki birkaç hafta içinde pekâlâ değişebilir ve değişmek zorunda. AKP, ABD, İsrail ve Arap kanadından tatmin edici sinyaller aldığı takdirde MHP ya ona uyup girişimini sönümlendirecek ya da attığı adımın devamını getirmeye yönelecektir. Muhalefetin 19 Mart vakasıyla kazandığı ivme ve inisiyatif MHP’yi ikinci yola, yani muhalefet cenahına meyletmeye pekâlâ sevk edebilir ve bunun kaçınılmaz sonucu da ülkenin erken seçim atmosferine girmesidir. Bu durumda muhalefetin ve ona katılacak MHP’nin seçim stratejilerini Türk-Kürt uzlaşısına dayalı bir demokratik devlet revizyonuna dair tasarımları üzerine kurmaları mutlaka gereklidir. Kaldı ki MHP, AKP’den uzaklaşmayı göze almasa da muhalefetin bu demokratik devlet revizyonunu propaganda temalarının merkezine koyması artık kesin bir zorunluluktur. Ve seçim başarısı da bu propagandanın içtenlik ve inandırıcılık derecesiyle birebir ilişkili olacaktır. 

Dolayısıyla ülke açısından “kader belirleyici” olacak aylar, belki de haftalar önümüzdedir. Bizim açımızdan bakıldığında; ulus-devletçi yaklaşımları gerisinde bırakmış, etnik, dinî ve mezhebi farklılıkları sabitlemeyi düşünmeyen, mümkün en geniş bir kaynaşma ve kimlik belirleme özgürlüğünü sağlamayı hedefleyen yepyeni bir büyük birliktelik modellerini gerçekleştirebilecek dinamikler, koşullar henüz yeterince mevcut gözükmüyor ise de; başta Türkiye’ninki olmak üzere bölgedeki devlet modelleri statükosunu demokrasi yönünde değişime zorlayan her girişimi olumlu karşılayacağımız şüphesizdir.