“Alev Almış bir Genç Kızın Portresi” (2)
Erdoğan Özmen

“Bir erkek cins değiştirdiği için değil, aşık olduğu için dişileşir.”

Roland Barthes

Aşk sahip olmadığımız şeyi vermekse eğer, insanın eksik oluşunu ötekine göstermesi, ilan etmesiyse, benzersiz bir hakikat süreci değil midir bu? Ondan sonra artık, aynı biçimde var olmaya devam edemeyiz. Kendi en “özsel” kusurunu, kendi varlığının etrafında kurulduğu boşluğu, yokluğu, ontolojik kusuru sergilemekte olağanüstü bir şey yok mudur? Cesaretle yüce gönüllüğün bu bir araya gelişinde? Dinginlikle coşkunun, uyarılma ile tatminin, erime ile çoğalmanın incecik bir aralıkta birbiriyle çakışması, buluşmasında? Belki, bundan daha da önce, bir aşk karşılaşmasının eşsiz bir hediye, bir lütuf katına yükselmesi vardır. Kendine ilişkin derin bir içgörü ve kavrayışın, varlığın kalbindeki eksik oluş cevherine temas etmenin önümüze serdiği eşsiz yücelme ufku vardır, bedenin maddi kısıtlılıklarını iptal eden, aşan. Aynı zamanda ortaya çıkan sessizce geri çekilmekten, geride durmaktan yüksünmeme, aşikar hale gelen acziyeti, muhtaçlığı hiç duraksamadan üstlenme cesareti, varlığın bütün kıvrımlarının açılması vardır. Olağanüstü bir şey gerçekleşir aşk karşılaşmasında. Aşk olayından önceki durum içinde var olmayan yeni bir özne ortaya çıkar. “Aşıklar, her ikisini de aşan tek bir aşk öznesinin oluşumuna girerler.” (Badiou)

Sinemanın en güzel sahnelerinden birisidir bana göre, iki kadının birbirine uzun uzun bakması. Diğerinde kendisini çeken şeyi yakalamak, tam olarak kavramak  istercesine uzun uzun bakmak. İmkansız bir arayışa girişmek. Çünkü, zaten çoktan aşka düşmüş, yakalanmıştır. Bilmediği topraklardadır artık. Aynı anda aralarında aşılamaz, kaskatı bir mesafenin var olduğunun sezdirilmesi. Sanki boş bulunup birbirlerine dokunuverseler sonsuza kadar birbirlerine karışacaklar, birbirine akacaklar, birbirinde eriyeceklermiş hissi veren çaresizlikleri, kararsızlıkları. Hem ürkerek, ürpererek geri durdukları hem de tutkuyla arzuladıkları şeyin bir ve aynı olması.

Kadının kendi eksikliğiyle erkeğe kıyasla daha derinlemesine ve sahici olarak yüzleşebilmiş olması, kendi eksikliği ve kaybıyla daha radikal ve “eksiksiz” biçimde ve daha önceki bir zamanda karşılaşmış olması, o eksikliği daha otantik biçimde içerebilmesi, bir aşk karşılaşmasının koşulunu çoktan idrak etmiş, o koşulla -deyim yerindeyse- özdeşleşebilmiş olması, onu aynı zamanda daha hakiki/sahici bir aşık-özne konumuna yükselten şey değil midir?

Aşk sende olmayanı vermektir. Sinemanın en dokunaklı sahnelerinden bir başkası: Aşk karşılaşması en saf haliyle, öylesine yoğun, imkansız bir şeydir ki, onu daha fazla taşıyamayacağı korkusuyla, taşıyamadığından, gücü yetmediği için (zamanın ve koşulların kahredici imkansızlıkları vardır bir de) bayılır kadın; bedenin alev almış olmasını, fiziki acıyı duymaz, hissetmez bile. Ya da tam tersi, beden maddi acıyla öylesine kendinden geçmelidir ki, ruhun ızdırabı, ruhun aşkla dolup taşması, hazla acının bu yoğun iç içeliği katlanabilir olsun. Hazzın tahammül edilemediği eşiğe kadar yoğunlaşması, nihayet gerilim ve acının ortaya çıktığı bu aşırılık, zevk hali. Çifte, belki de çok katmanlı bir imkansızlıktır sergilenen, izi sürülen. Aşağıdaki uzun alıntılar bu çetrefilli konuya biraz daha yaklaşabilmek için:

“Şüphesiz ki kadınlar da organ hazzı yaşayabilir -Lacan’ın fallik jouissance dediği haz türü-, çoklu orgazmlarının ve zaferlerinin hesabını tutabilirler. Fakat bu durum kadınlarda erkeklerde olduğu kadar yaygın değildir. Çünkü kadınların durumunda -Lacan’ın anatomi ve genetikten bağımsız olarak kadınsı yapı ile karakterize olduğunu düşündüğü insanlarda- sık olarak süresi çok da mütevazi olmayan ve kolayca lokalize edilemeyen bir jouissance türüyle karşılaşırız. O kadar da merkezi olarak lokalize olmamış olan, onu deneyimleyen özne için merkezileştirici olması gerekmeyen, dahası merkezsizleştirici olabilen bir jouissance türüdür bu.”[1]

“Lacan, böylesi anlarda kadınların deneyimlediği şeyin başka tür bir jouissance olduğunu; dille ve dilin görece kesin erojen bölge tayinleriyle (söz konusu bölgeler çocukken dokunmanın yasak olduğu ve bu söze dökülmüş yasağın sonucu olarak dokunmanın çok daha heyecan uyandırdığı bölgelerdir) bir arada olan mütevazi, lokalize edilebilen, hesabı tutulabilen jouissance’tan radikal olarak farklı bir jouissance deneyimi olduğunu ileri sürer.”[2]

“Lacan bazı kadınların kendinden geçme ya da esrime (ecstasy) anlarında deneyimlediği şeyin kökten farklı bir jouissance türü olarak teorize eder ve buna Öteki jouissance adını verir. Bu jouissance simgesel düzenin dışında olmak anlamında radikal olarak Ötekidir, simgesel düzenle belirlenmiş bir bağı veya o düzen içinde bir adı, onunla ilişkili önceden-kurulmuş projen bir bölgesi yoktur. Esrimenin (ex stasis) kelime anlamı “dışında durmak” ya da “bir şeyden ayrı durmak”tır. Bu Öteki jouissance’ı bütün kadınlar deneyimlemez ve hatta deneyimleyenlerin tamamı da bunu düzenli biçimde yapamaz. Öteki jouissance simgesel düzenin dışında olduğu ölçüde de derinden alt üst edici ve merkezsizleştirici olabilir, çünkü kadının ne egosu ne de bilinçdışıyla net ve doğrudan bir bağlantısı vardır.”[3]

Bir geleceğimiz olacaksa, insanlığın bir geleceği, erkek/kadın hepimizin bir geleceği, kadındır o gelecek.


[1] Bruce Fink, Lacan on Love, Polity Press, 2016, s.98 (Türkçe çeviri: Lacan’da Aşk, Çev: Elif Okan Gezmiş-Zeynep Oğuz, Kolektif Kitap, 2019)

[2] Age, s. 99-100

[3] Age, s. 100