Sırrı Süreyya Önder’in alâmet-i farikalarından biri, şivesiydi, değil mi? Elbette dili[1] - ama aynı zamanda şivesi… Onu “herkes konuşabilir” kılan, herkese kendini dinletebilen, samimiyet zerk eden, en abus çehreden tebessüm açtıran anlatımının, dilinin sırrı, biraz da o kıvamlı şivesindeydi. Geniz sesleriyle sevişen bir şive… Adıyaman şivesi… (Sırrı Süreyya yoğun bakımdayken, canı askıdayken bile nefretinden geri kalmayanlar kabilesi içinde, onunkisinin Adıyaman Türkmen şivesi değil de, "sadece bozuk Türkçe" olduğu ahkâmını kesenler de vardır.)
***
John Steinbeck, -Aslı Biçen’in leziz çevirdiği- leziz kitabı Köpeğim Charley ile Amerika Yollarında’nın bir yerinde, memleketini gezme amaçlarından birinin de, “şiveleri, lehçeleri, konuşma ritimlerini, ikincil sesleri ve vurguları dinlemek, duymak” olduğunu yazar: “Zira konuşma kelimeler ve cümlelerden ibaret değildir.” Radyo ve televizyonun dili standartlaştırması, ‘düzlemesi’ (“ambalajlı İngilizceye” dönüştürmesi) nedeniyle yöresel şivelerin aşındığından, hatta “yok olmasına ramak kaldığından” muzdariptir. “Bir adamın sırf şivesini duymakla doğum yerini tahmin ettiğim zamanları hatırlıyor,” yakında bunun imkânsız olacağından yakınır. “Tıpkı hiçbir kazaya ya da insan kusuruna yer bırakılmadan yoğurulan, pişirilen, paketlenen istisnasız iyi ve istisnasız yavan ekmeğimiz gibi, konuşmamız da tektipleşiyor”dur. Bir tek Montana’da “televizyoncadan etkilenmemiş, ağır, sıcak bir şive” işitince sevinir.
Steinbeck, “Kelimeleri ve kelimelerdeki sonsuz olasılıkları seven biri olarak bu kaçınılmaz son beni üzüyor,” der. Yerel şivelerle beraber “deyimler, dili zenginleştiren, belli bir yerin ve zamanın şiiriyle dolduran farklı kullanımlar” ve dilin farklı tempoları ortadan kalkıyordur.[2]
***
Millî dili standartlaştırma işinin, yerel lehçelere açılmış bir savaş olduğunu, evet, biz de biliyoruz. Sadece “Türkçe olmayan” ya da “bilinmeyen” diller[3] değil, lehçeler de yokmuş gibi yapıldı. Daha doğrusu, yapılırdı. Zira “İstanbul Türkçesi” onları ezip öğütemeden yerel şiveler yine yollarını buldular. Kâh folklorla, türküyle buldular… Kâh popüler kültürün gelişmesiyle beraber mizahla buldular. (“Düzgün” sayılmayan yerel şiveler, popüler kültür endüstrisinin çarkından geçerken bozunuma da uğradılar.) O mizahın içinde epeyce aşağılama da vardı; köylüyü-taşralıyı-tahsilsizi işaretleyen sınıfsal-kültürel bir damga olarak hâlâ kullanıldığı oluyor (solcu-demokrat sıfatlılar da pekâlâ yapabiliyorlar bunu).
***
Şiveler elbette popülizm sayesinde buldular yollarını. Günümüzün faşizan popülizmlerinden önce, eski mazbut popülizmler içinde buldular. Süleyman Demirel’in ilk çıkışındaki ‘numaralarından’ biri, Isparta ağzıyla gonuşuvermesi idi. Demirel, zamana zemine göre, kâh “düzgün Türkçeye” geçer, kâh Isparta ağzını bilhassa ağdalandırırdı. (Eh, Sırrı Süreyya da biliyordu bunu yapmasını!)
Neşet Ertaş,’ın Neredesin Sen’indeki (“bazılarının gafletle “işveli” diye işittiği) “şiveli nazlım” bilirsiniz (“Şu garip halimden bilen şiveli nazlım…”). Neşet Ertaş annesine hasretle yazmıştır bu dizeleri. Nazlısının şiveliliğini zikretmek, aralarındaki özel yakınlığın, samimiyetin bir işaretidir. Şivelilik, herkese âyan olmayan bir iç âleme, bir mahrem alana selam verir, bir otantisite sinyali yollar.
***
Öyledir ama beri yandan, yine Steinbeck’e kulak verelim… O, “en dipte Güneydoğu eyaletlerinin yöresel ifadelerine sıkı sıkıya sarılmaları”ndan bahsederken, “tıpkı birtakım başka çağdışılıklarına sahip çıktıkları gibi…” diye ekler! Zira “yasını tuttuğu o tatlı yerel şive de cehalet ve bilgisizliğin çocuğu”dur. Belki de, der, “yasını tuttuğum şey kurtarmaya değecek bir şey değildir ama yine de kaybına dertleniyorum.”
Otantisiteye, samimiyete fazla da kapılmamak gerekir, yani. Samimiyet bazen manipülatif bir performanstır, bazen kamusallığın gözüne indirilen perdedir,[4] otantisite bir gösteriye dönüştüğünde çok zaman sadece akla değil vicdana da palanga vurmaya yarar.
***
İşte, -tıpkı Neşet Ertaş’ınki gibi-, Sırrı Süreyya’nın şivesi, şiveliliği o değildi. Ne cehalet-kabalık belirtisi ne otantisite gösterisi… ne Adıyaman ağzı, ne ora ne şora ağzı… Onunkisi, zalimin, müstekbirin, muktedirin resmî ağızlarına kanmadığını duyurmanın, onlara meydan okumanın şivesiydi; üstüne tünediği bir variyet olmayanın gamsızlığıyla, hak yememiş olanın gönül ferahlığıyla, “gün olur devran döner” genişliğiyle, “var sen oyalan” alaycısı bir şive… Başka tonlayışıyla, başka telâffuzuyla, başka sesiyle, kulağa başka bir ihtimali, başka türlü bir şeyi gösterir gibi gelen bir şive…
Sırrı Süreyya’nın şivesi buydu.
Kıbrıslıların “Türkiye’dekiler maççez eddiler bizi”[5] isyanındaki, “eşşeg tebsin,” “beytambal galsın” ilenmesindeki şive, budur. Ege köylülerinin “Jeotermal yetti gari”sindeki şive, budur. Cerattepe'den işitilen “Siçturma Madenina cehennem ol da get”teki şive, budur. “Turbunan şalgamınan”daki şive, budur.
[1] Sırrı Süreyya Önder’in dili hakkında, Volkan Yolcu ve Hasan Bülent Kahraman yazdılar: https://medyascope.tv/2025/04/19/volkan-yolcu-yazdi-sirri-sureyya-nin-turkcesi/; https://t24.com.tr/yazarlar/hasan-bulent-kahraman/sark-kulturu-ve-sirri-sureyya-onder-kucuk-bir-degini,49765
[2] Köpeğim Charley ile Amerika Yollarında. Çev. Aslı Biçen, İletişim Yayınları, 2025, s. 105-106, 153.
Daha önce bahsetmiştim (https://birikimdergisi.com/haftalik/9030/israil)... Amos Oz Ladino ve Yidiş’in, tek tipçi milliyetçi fanatizm tarafından ‘düzlenmesine’ ağıt yakar. Onun nazarında, Şark Yahudiliğinin “daha dinamik ve hoşgörülü” unsurlarının lehçeleridir bunlar.
[3] Kürtçe, Türkçenin bir lehçesi veya sonraki “teze” göre Farsçanın bir lehçesi sayılarak ‘degrade’ edilmeye çalışıldı biliyorsunuz. Beri yandan, müstakil Kürtçeden ayrı olarak, bir Kürt Türkçesi şivesi vardır şiveler arasında.
[4] Tanıl Bora, “Samimiyet,” Zamanın Kelimeleri, İletişim Yayınları, İstanbul 2024 (4. Baskı), s. 19-29.