Marifet İltifata Tabidir
Orhan Koçak

Galiba bileşik kaplar kuralı burada da geçerli: Boğaziçi Üniversitesinin rektörü Münci İnci’yken ve yaptığı işler meydandayken bizim hababam yayıncılığımız nasıl başka türlü olsun? (“Hababam”, çakal dememek için.) Ama bazı kaçaklar da olmuyor değil: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden bir akademisyen, benim adını Ahmet Haşim editörlüklerinden (YKY) bildiğim Dr. Nuri Sağlam, rezaleti bir anda ortaya çıkarıverdi işte: Kemal Tahir’in Kurt Kanunu romanının Bilgi Yayınevi’nden 1969 (mavi kapak) ve 1972’de (resimli kapak) çıkan ilk iki basımından sonra 1980’den bugüne kadar Tekin Yayınları, İthaki Yayınları ve en son da Ketebe Yayınları’ndan çıkan bütün baskıları tıpatıp aynı tahrifatla yayınlanmıştı…

Bazı pasaj ve sözcükleri metinden düşürme (okurun gözünden kaçırma) faaliyeti 12 Eylül 1980 darbesinden sonra kitabın yayıncılığını üstlenen Kemal Karatekin’le başlamıştı. Karatekin bugün hayatta olsaydı eğer, onu “ulusalcı” saymamıza çok itiraz etmez, sadece “Atatürkçü” olduğunu eklerdi. Şu var ki Bilgi’nin sahibi Ahmet Küflü de en az onun kadar Kemalist, onun kadar “Atatürk milliyetçisi”ydi. İthaki’nin hafif solcu bir şirket olduğuna ilişkin bir izlenim kalmış bende. Son on yıl içinde kurulmuş Ketebe ise AKP ve Tayyip Erdoğan’a yakın (ama “modernist” kitaplar da çıkaran) bir yayınevi olarak biliniyor. Bu da gösteriyor ki belli bir siyasal veya ideolojik engelden önce, bir kalitesizlik sorunu var karşımızda: bir ahlaki yetersizlik kadar, düpedüz bir beceri eksikliği. Herhangi bir işi layıkıyla yapma anlayışının son kırk yılda kolayca aşınabilmiş, çünkü hiçbir zaman tam yerleşmemiş olmasıyla ilgili bir durum belki. Belki de gazeteciliğin her türlü kültürel çalışmanın modeli haline gelmesiyle ilgilidir…

Gazetecilik deyince, meseleyi sadece teknik yetersizliklerle sınırlamanın mümkün olmadığını, işe baştan itibaren bazı irili ufaklı namus açıklarının karışacağını da söylemiş oluyoruz. Mesela İlber Ortaylı gibi bir yazarın metinleri, düzgün cümleyle ahlaki yeterlilik arasında bir korelasyon bulunduğu gösterir. Ama ideolojik veya kişisel yakınlıklar daha özenli yazarları da bazı savrukluklara yöneltebiliyor. Mesela muhafazakâr kesimin modernist edebiyata da ilgi duyan eleştirmenlerinden Prof. Alaattin Karaca Karar gazetesinde (2/5/25) bu tahrifat vakası hakkında şöyle yazmıştı:

“Ketebe Yayınları, Kemal Tahir külliyatının tüm telif haklarını aldıklarını bir sunumla duyurmuş ve proje yöneticisi Prof. Dr. İsmail Coşkun ‘Bu külliyatın neşir sürecinde Ketebe’nin editöryal mutfağı büyük bir özveriyle çalıştı. Bu süreçte yazarın sağlığında yayımlanmış son baskılar temel alındı, diğer baskılar karşılaştırma için kullanıldı. On altı kitapta da açıklama gerektirdiği düşünülen kelimeler, ibareler ve isimler için dipnotlar eklendi. Bazı dizgi ve sayfa düzeni hataları giderildi’ demesine rağmen, belli ki ‘diğer baskılar karşılaştırma için’ kullanılmamış ve Kurt Kanunu Ketebe Yayınları’nca Tekin Yayınevi’nin sansürlediği şekilde basılmış!.. Bu daha da vahim.”  

Gelin görün ki değerli eleştirmen bir hafta sonraki yazısında (12/5/25) Ketebe Yayınevi’ni savunma ihtiyacını hissetmiş ve önceki çok haklı kınamasından geri adım atmış gibidir:  

Önce şunu net olarak ifade etmeliyim ki, Ketebe daha yeni olmasına, –üstelik yayıncılığı da vuran ekonomik krize rağmen– kültürümüze önemli katkılarda bulunan, değerli eserlere imza atan bir yayınevi. Kemal Tahir’in külliyatı meselesinde bir ‘tahrifat’ yapmış da değil; hatta fikir itibarıyla bu ‘tahrifat’a karşı bir duruşu da vardır. Tahrifatı fark etseydi eminim bir şekilde ‘yüksek sesle’ ilân ederdi. Bu itibarla Ketebe’yi Tekin Yayınevi’yle aynı kefeye koymamak, olayı böyle algılamamak lazım.

Herhangi bir meselede faturayı “milliyetçilere” değil de “ulusalcılara” veya “solculara” veya “CeHaPe”ye çıkarmak bu gazetenin yayın politikası mıdır – çeşitli kalitesizlikleri savunmak veya görmezden gelmek pahasına? (Bu soruyu Mehmet Ocaktan ve Mustafa Karaalioğlu’dan çok, şimdiki yönetime soruyorum.)

***

Son Kemal Tahir skandalı, bana on yıl kadar önce başımdan geçen bir olayı da hatırlattı. Fredric Jameson’un Gerçekçiliğin Çelişkileri (Metis, 2018) kitabını çeviriyordum. Kitapta “gerçekçi” diye bilinen başlıca on dokuzuncu yüzyıl romanlarından geniş alıntılar da vardı. Bu alıntıları Jameson’daki İngilizce versiyonlarından kendim tekrar Türkçe’ye çevirmek yerine, özgün dillerinden daha önce yapılmış Türkçe çevirilerden yapmak bana daha doğru göründü. Mesela Savaş ve Barış için Leyla Soykut’un (bendeki Cem Yayınları baskısından) çevirisini kullandım. Zola bölümünde romancının Paris gıda halini (“Le Halle”) anlattığı Paris’in Karnı, bizde Payel Yayınlarından çıkmıştı, aldım. Ama aradığım pasajlar hak getire: Zola’nın bol sıfatlı, zengin betimlemeleri belki de zor geldiği için atlanmıştı. Hem de birkaç cümle değil, pasajlar, hatta sayfalar boyu.

Ama asıl skandal şurada: kitabın kapağında, Paris’in Karnı’nın şimdi hatırlamadığım bir çeviri ödülünü kazandığı bildiriliyordu. Kalitesizlik ödüllendirilmişti.