İsrail’in İran’a başlattığı saldırı sadece her iki ülkede değil Ortadoğu’da da önemli bir kırılma, uzun sürecek bir düzensizliğin de başlangıcı olabilir.
İslam devrimi ile başlayan, “küçük şeytan” İsrail ve “büyük şeytan” ABD anlayışı; yani İran’daki rejim için yıllardır sanki varoluşsal bir yaşam nedeni olan yaklaşım bu kez ciddi bir sınamada.
İsrail açısından ise “Netanyahu rejimi”nin Gazze’den başlayarak, Lübnan, Suriye ile devam eden saldırı silsilesini bir “beka meselesi” olarak gördüğü İran’la sonlandırmak ya da İran’a saldırmak arzusu 1979’dan bu yana sanki bir varoluş nedeni. İran ve İsrail sanki uzun yıllar boyunca birbirlerinden beslenen iki ülke gibi.
İki ülkenin birbirlerini varoluşsal tehdit görmeleri yeni değil. Yeni olan iki rejimin de kendini ayakta tutma, vatandaşlarını sürekli bir tehdit algısıyla yönetmenin ötesine geçip belki de birbirlerine son vuruşu gerçekleştirmek amacıyla çatışmaları. Çünkü 1967, 1973 Arap-İsrail savaşlarından sonra İsrail ilk kez bir devletle savaşırken, İran da 1988’de sona eren Irak savaşından sonra ilk defa bir ülkeyle savaşıyor. Bugüne kadar kendine yakın örgütler aracılığı ile “savaşan” İran ve İran’la geçen yıl karşılıklı kısa bir atışmadan sonra savaş başlatan bir İsrail var.
Netanyahu’nun İran’da amaçladığı rejim değişikliği, şimdilik mümkün görünmese de savaşın sonunda rejimin ciddi darbe alacağı, İsrail açısından ise gidişata göre Netanyahu’nun şimdilik yükselmiş destek notunun da azalacağını tahmin etmek zor değil. Ancak bu durumun her iki ülkedeki şahin kanatların tavrına ve savaşın şiddetine göre değişebileceğini de eklemek gerekiyor. İran rejimi zayıfladıkça, kaçınılmaz olarak bir soru ortaya çıktı: Tahran'da bir rejim değişikliği olabilir mi? Bu, İran halkının kendilerini din adamlarının yönetiminden kurtarma fırsatını değerlendirmesini isteyen İsrailli politikacıların genel arzusu. Ayrıca, ülkenin rejimden yorulan nüfusunun bu anı ayaklanmak için kullanması gerektiğini açıkça savunan çeşitli İranlı muhalif figürlerin de umudu denilebilir.
Ancak bunu yapacakları kesin değil. En azından şimdiye kadar, İranlıların mevcut rejimi devirmek için gerekli olan sürekli sayılarda sokağa çıktığını görmedik. Üstüne üstlük dış destekli bir ayaklanmanın içeride ne kadar kabul göreceği ya da yönünün nasıl olacağı da tartışma konusu.
İran İslam Cumhuriyeti’nin 1979’dan dış politikada devrim ihracını ilk sıraya koymasıyla başlayan, ama İran-Irak savaşı ile sekteye uğrayan bu yaklaşımı yıllar içinde değişti. Bu şekillenme İran’ın savunmasını ülke sınırlarının ilerisinde kurma stratejisiydi: İran’daki rejim Lübnan, Suriye, Irak, Yemen’deki örgütleri ön cephe olarak kullanarak hem İran’ın düşmanlarını oyalama hem de Şii hilali ya da Gazze ‘de Hamas’ın da katılmasıyla birlikte “direniş ekseni” olarak tarif edilen yapı ile başta İsrail olmak üzere Amerika ya da Amerika’ya yakın çizgideki ülkelere karşı kendini bölgenin oyun bozucu ve önemli gücü olarak hissettirmek istedi. Bu stratejiyi kendi sınırları dışında uzun yıllar başarıyla sürdürdü, düşmanlarını ya da hasım olarak gördüğü ülkeleri farklı ülkelerdeki uzantılarıyla meşgul etti, oyaladı ya da zayıflattı. Ama, 7 Ekim 2023 sonrasında yaşananlar (ki İran’ın Hamas’ın operasyonuna karşı olmasa da zamanlama konusunda bilgilendirilmemiş olması kuvvetle muhtemel. Çünkü İran’ın Hamas’ın saldırısına izin vermeme ihtimali vardı) bir domino etkisiyle İran ile İsrail’i karşı karşıya getirdi. Kimileri bunun önceden hesaplanmış bir süreç olduğunu iddia etse de Ortadoğu’da iki artı ikinin dört olmadığı birçok kez kanıtlanmıştır. İsrail’in soykırıma varan Gazze saldırısına tepki olarak İran’ın Hizbullah’ı topyekûn devreye sokmasındaki hatayı, Suriye yönetiminin yıkılmakta olduğundan bihaber yaklaşımını ve ABD’nin İsrail’e desteğinin bu denli olabileceğinin hesaplanmamış olduğunu da hatırlatmak gerekiyor.
Lübnan’da Hizbullah’ın aldığı darbe ve özellikle Suriye’de Esad yönetiminin sonlanmasını, İran’ı yöneten mollalar ve onun uzantısı Devrim Muhafızları Ordusu’nun iyi değerlendirip değerlendirmediği hâlâ tartışılırken, özellikle İran’ın elindeki en büyük koz olan uranyum zenginleştirme ve bu vesileyle elde edilecek silah gücüyle İsrail başta olmak üzere bölge ülkeleri ve hatta ABD’ye karşı kendini güvenceye almak için harekete geçtiği tahmin edilebilir. Tahmin edemedikleri ise (tüm göstergeler saldırıyı işaret ederken) İsrail’in ani saldırısını hesaplayamamış olmalarıydı.
İran’ın nükleer silaha sahip olup olmadığı tartışması bir yana yıllarca vekil örgütler olarak adlandırılan yapılara dayanan savunma ya da düşmanlarını yıpratma savaşı ile ülke içinde özellikle savunma ve istihbarat konusunda çok fazla yol alamadığı, enerjisinin büyük kısmını rejimi korumak için içeride oluşturduğu baskı sistemine ayırdığı anlaşılıyor. Başta askeri yapılar olmak üzere kurumlar arasındaki iletişimsizlik, kurumların çökmese bile giderek zayıfladığı ve şu anda yaşanan savaşta görüldüğü üzere bir saldırı sırasında ülkeyi savunma kapasitesinin olmadığı, yıllardır sistemin “belagat”, baskı ve liyakatsizlik üzerinden yürüdüğünü gösterdi. İran uzun yıllardır birikmiş sorunların sonucunu yaşıyor denilebilir.
Ancak tüm bunlar İsrail’in İran’a saldırması için gerekçe oluşturmuyor. Dünyanın İsrail’deki dinci/faşist Netanyahu koalisyonunun saldırganlığı karşısındaki pozisyonunu, desteği ya da sessizliğini uzun süredir biliyoruz. Bu durumu normal karşılamamakla birlikte İsrail’in küstahlığı aşan, kural tanımaz tavrının hiçbir şekilde durdurulmaması, bu ülkenin cesaretini arttırdığı gibi, kendi meşruiyeti, mağduriyeti ve geleceğini de sorgulanır hale getirdi.
İsrail’ın kendi varlık/tehdit nedeni olarak gördüğü önce Irak ardından Suriye ve şimdi de İran’ı hedef seçmesi karşısındaki sessizlik, verilen açıktan ya da örtülü destek bugün İsrail’i İran karşısında askerî açıdan üstün kılsa da kendi geleceği açısından daha fazla tehdit altına almış durumda. İsrail, İran savaşı sonrası bölgede kendine göre dikensiz gül bahçesi yaratsa bile bundan sonra dünyanın vicdanlı insanları nezdinde hiçbir zaman eskisi gibi algılanmayacaktır. Bu, kendi halkı açısından da böyledir.
İsrail’in askerî açıdan üstünlüğünün yıllara dayalı hazırlık, derinlemesine ve ısrarlı çalışmanın ötesinde ABD’nin desteği olmaksızın mümkün olmadığı biliniyor. Yine, İsrail’in ayakta kalabilmesinde, İran’ın karşı saldırılarını önlerken ABD, İngiltere, bazı Arap ülkeleri ile birlikte bir tür hava savunma kalkanı oluşturulması, iki buçuk yıldır devam eden Gazze, Suriye, Lübnan saldırılarından sonra İran’a yönelirken ABD tarafından sağlanan sonsuz mühimmat desteği önemli rol oynamıştır.
İran istihbaratının zayıflığı ya da lakaytlığı bir yana İsrail’i üstün kılan diğer nokta İran’a bu konuda sızabilmiş olmalarıydı. Ancak karşılıklı füze salvoları şeklinde geçen günler boyunca İsrail’e verilen destek olmasaydı, İsrail içindeki hasar ve yıkımın çok daha büyük olması kuvvetle muhtemeldi. İsrail’in istihbarat faaliyetlerine bu denli önem vermesi, askerî açıdan destek olmaksızın güçlü bir ülke karşısında yaşayabileceği zafiyeti bilmesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü stratejik derinliği olmayan, küçük bir toprak (ki büyük kısmı işgal topraklarından oluşuyor) parçası üzerine kurulan İsrail’in, bütün handikaplarına rağmen İran füzeleri karşısında dayanabilmesi kolay olmazdı.
Köşeye sıkışmış bir İran’ın NPT anlaşmasından çıkarak nükleer silaha ulaşma konusunda çalışmalarını yoğunlaştırması bugünkü durumdan daha tehlikeli bir ortam yaratabilecektir. Çünkü belli noktalarda sistemin içinde kalan bir İran, sistem dışına çıkan bir İran’dan daha ehveni şerdir. İran için İsrail’e karşı savaş kadar rejimin kendi geleceği de önemli görünmektedir. Toplumsal desteği giderek azalan İran’daki rejim, içeride kendini korumak için daha baskıcı yöntemlere başvursa da, sosyal ve ekonomik denetimi kaybetme ihtimali en azından şimdilik görünmemektedir. İsrail saldırısı İran’da rejim değişikliğine yol açmasa da, rejimi zayıflatabilir ve inandırıcılığını daha da azaltabilir; ileriki yıllarda ülke içinde söz konusu rejimden bıkan, canı yanan kesimleri cesaretlendirebilir. Ama ABD başta olmak üzere Irak ve Libya örneklerinde olduğu gibi kontrolsüz bir rejim değişikliğinin artçılarını kimsenin istemediği de ortadadır.
İsrail’de Netanyahu ve dinci koalisyonunun Gazze soykırımının üzerini kapatmak, unutturmak, gündemden düşürmek gibi bir planın yanı sıra ülkeyi savaş bahanesi ile daha da sağa kaydıracağı, Filistin meselesini gündemden tamamen çıkarmak isteyeceği, kendince yeni bir “ölüm-kalım savaşı” verdikleri propagandası ile belki içeride kendi siyasi geleceklerini bir süre daha garanti altına almaları mümkün olsa da uluslararası alanda ve vicdanlarda hiçbir zaman işledikleri savaş suçlarından kurtulamayacakları ortadadır.
İran’a yönelik saldırı sırasında Arap coğrafyasındaki sessizlik ise söz konusu ülkelerin İran ve İsrail’e nasıl baktıkları, İsrail-İran dengesinde kendilerini nerede konumlandırdıkları ve konumlandıracakları konusunda ipuçları da vermiştir.
İran ve İsrail savaşı nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın Ortadoğu’da açılan yeni dönem bütün ülkeler açısından yeniden hizalanma, bölgeye yönelik politikalarını gözden geçirme anlamına gelecektir.
İsrail’in İran saldırısı bir savaşın ötesinde hem her iki ülke hem de bölgenin geleceği ve yeniden düzenlenmesi açısından önemli bir kavşak olarak görülebilir.