Handan Demir: Uyumsuzluğun Estetiği
Derviş Aydın Akkoç

Darende’de bir dere kenarında, ferah bir “kilime” bağdaş kurup da akşamı temaşa edecekken; aniden büyükşehirde gözlerini açmış gibidir Handan Demir’in şiirindeki özne: nerdeyim? Sıkıntılı hazzıyla derece derece genişlik kazanacak bir sorudur bu: evlere, kalabalıklara, seremonilere, tenlere ve uçuşan tinlere doğru… Yalnızca şiirsel hareketi değil, kimi estetik problemleri de mümkün kılan bu kök-soru imge üretimi açısından da belirleyicidir: kararlı bir yadırgama işlemi sadece biçim –dize ve kelime ekonomisine vb.– değil, muhtelif içerik çabalarına da zemin teşkil eder. Demir’in şiirinde “keskin ve istemli hareketler” eşliğinde esasen ve öncelikle yer-ler yadırganır; durumlar ve eşya gibi daha çetrefil meseleler ise halkalar halinde ve sonradan dahil olur bu sürece. Özne nostaljik atılımlarla bir vakitler koparıldığı bir yeri değil, bir kez daha koparılacağı bir yeri arıyor gibidir, zira geçmişin değil, geleceğin arşivi tutulacaktır. Her ne kadar zaman ve hafıza –“kuru günler”- bazen şairin gözünü alsa da, şiir tekrarlayan duyguların ya da deneyimlerin topoğrafyasını çıkarma hususunda daha ısrarcıdır. Bu ısrar –keskinleştikçe- bir tür uyumsuzluk estetiğine de kapı aralar: kaçışın ve yakalanışın, tereddüdün ve kararın, teşebbüsün ve vazgeçişin yabanıl diyalektiği olarak uyumsuzluk estetiği…

***

Az Daha Tekrar’ın kapanış şiiri –“Çıkma Teklifi”- söz konusu estetiğin rafine ve çarpıcı bir örneği; kırmızıya çalan hüznü ve gösterişsiz lirizmiyle şiirin tamamı:

İşte şuraya ekiyorum avucumdaki buğdayı

Gör bak kurtulacak dikişinden ayaklarım

Birbirine benzeyen

Hep bir anlama

Ölmemek için uydurulmuş mektuplar yazılırken

Yüzler gibi tıpkı hiç durmadan aranan

Birbirine benzeyen, evet bir parça herkes kadar

Konfetiler, fener alayları, karanfil savuran kızlar

Bu tören bana göre değil

 

Sen bil kalpteki tabansız sancımayı

Kalk gidelim bu tören bize göre değil

Korkuluklar ardı

Su boyu

Otururduk yan yana

Bir ışıma vururdu küpeşteden

Boyası soyulmuş yerlerinden

Kaburgamıza

Yavaş açan çiçeklere bakardık1 

“Bir parça herkes kadar,” ya da “durmadan aranan yüzler”: Edip Cansever’le seviyeli fakat tehlikeli bir flörtten yadigârdır bu türden parçalar. Bu ihtirassız ışımaların Melih Cevdet’ten mülhem “küpeşte” veyahut “kaburga” ile tahkim edilmesi ne şairden ne de şiirden götürür. Bu nevi motif ve ses transferleri ilk dizede yankılanan hakikat iddiasını taşımakla mükellef işlevsel unsurlardır: işte şuraya ekiyorum avucumdaki buğdayı. Şiirin evrenini önce ve sonra diye iki bölen, rota tayin eden enerjik bir dizedir bu. İlk bakışta bir rest gibi yankılanan “işte” kelimesinde ise iki tonlama söz konusudur: bir yanda gözü kara bir kumarbazın yahut bir düello erbabının yüksek perdeden ve kararlı sesi, diğer yandaysa mütereddit, acemi ve şaşkın bir failin sakin ve ihtiyatlı tavrı… İbre ikinciye bükülür, buraya değil, şuraya ekilen buğday ya da şimdi değil, sonra çatlayacak tohum: şiir de sessizce –tıpkı “yavaş açan çiçekler” gibi- açılmalıdır. Şair olası bir duyusal maddeyle –yazma tazyikiyle- karşılaştığında imge ve imaj rezervini derhal seferber etmez, ağırdan almak teknik bir edadan fazlasıdır, şiirin yaratacağı etkinin de yavaş açması isteniyordur. Gelgelelim hayati bir risk vardır ortada: tohumun tutmaması ya da düpedüz ölü doğum. “Ayaklardaki dikişlerin” sökülmesi yazma, harf düşürme, ses kaydetme faaliyetine bağlıdır. Bunun için şairin kimseyi değil, öncelikle kendini inandırması gerekiyordur: gör bak... Ama kim görüp bakacaktır: tıpkı şair gibi özne de aslında yapayalnızdır, yüzeyde diyaloga açılıyor, ötekine uzanıyor gibi görünen sen bil ya da gör bak gibi çıkışlar, daha temeldeki içli bir monoloğun varyasyonlarıdır. Öznenin aradığı fakat bulamadığı “yüzler” bile içine tam olarak yerleşilemeyen, ait hissedilemeyen tekinsiz muhitlerdir. Aynalar sessizce kırılır: özne kendi yüzünü başkalarında arama arzusundan vazgeçer. Bir an cezbetse dahi herhangi bir limana demir atmak söz konusu değildir, zira şair ve şiiri arasındaki sözleşmede bağlanmaya yer yoktur, her bağ bir dikiş daha demektir. Sözleşmenin ihlali ise tahripkârdır: şiir kendi şairi karşısında Shylock kesilmiştir: etinden yarım kilo alırım. Ne var ki, sözleşme garanti altındadır, zira geride uyumsuzluğun diyalektiği çalışıyordur: boyası soyulan küpeşteler gibi yüzlerin de maskeleri düşüyordur, tek tek ve hayal kırıklıklarıyla… Arzuyu teskin etmenin yoluysa “yan yana gelişleri” uzak bir zamana; kalabalıklardan kaçışı ve benden bize dönüşü ise ütopik bir kesite havale etmektir: otururduk…   

***

Fakat oturulamayacaktır, hatta oturulmamalıdır zira her türden biz imkânı kitle gerçekliğinde, bu gerçekliğe tekabül eden mekânlarda (ev, lokal, platform, düzlem, sokak, oda vb.) son bulur. Demir’in şiirindeki özne bireyselliği fetiş katına yükseltmez, ama kolektiviteye de kaptırmaz. Şairine (feminist, kuir, solcu, kadın vb.) rağmen şiir tekil varoluşundan taviz vermemekten yanadır, şiirin mevcudiyeti ve sürekliliği muhtelif bir kümeye, hazır kitle oluşumlarına (okurlara) dahil olmamaya bağlıdır. Bu mesafe ne sinizm ne de başka bir politik tavırla alakalıdır; bu rikkatli geri duruşun temelinde kelimeler ve fikir arasında kurulan hassas ilişki yatar: Demir’de kelime fikirden önce gelir ve hiçbir kelimenin kavrama dönüşmesine müsaade edilmez. Fikir çoğun dipte ve kristal birimler halindedir. Şiirde temsiliyet oyunlarına pabuç bırakılmaz zira fikir ve kavram, –en özgürleştirici olanları da dahil– önünde sonunda ideolojik yapılara göz kırpar. İdeolojik bağlanımlar da ev taklidi icra eden, aile kılıfına bürünen, geçici sıcaklıklar ve aşinalıklar yayan, özneyi baştan çıkarmaya ayarlı yerlerdir: oysa özne kavimsiz, cemaatsiz, soyunu kendiyle başlatan, “çatıları çökmüş” bir varlıktır. Çöken çatıları yeniden inşa etmeye, bir yere sığınmayaysa lüzum yoktur. Kitleselliğin ve ideolojik bağlanımların sakil bir sembolü olarak geçit merasimlerinde “karanfil savuran kızlar” yahut da uyumun ve kof bir sevincin işareti olarak “konfetiler”: sadece “bu tören” değil, esasında hiçbir tören özneye uygun değildir.

***

Kendi deneyiminden bir dünya tasarlamak, bu tasarıyı da şiire dönüştürmek ve onu da akışa salıp unutmak, hâsılı bir adım geride durmak kâfidir; “Kokulu” adlı zarif şiirin açılış dizelerinde olduğu gibi:

Geniş zamanı sığlaştıran eski fotoğraf

beceriksiz bir yorum gibi

günlerin yerini almış çoktandır

birden fark ediyorum.

aç perdeyi kapa perdeyi

hiçbir şey olduğu yok sanki

ama ben

hatırlıyorum.

Ben diyorum

bir akşamsefasının savunucusu

çamurlu kıvrımlarına duygu doldurulmuş paçavra

ve –zira- dört senedir işsiz.

hikâyeyi toparlamaya çalışıyorum.

Dışarda yine çokça özel bir günün kutlamaları vardır; özne bitmeyen törenlerden mustariptir, sokak Demir’de geçirimsiz bir düzenin ifadesi, her türden eylemin bir çeşit merasime dönüştüğü tekinsiz bir yerdir, buna mukabil evse öznenin “dağınık” olabileceği, “küçücük kulaklarıyla” bir odadan diğerine kaçabileceği tek zemindir. “Sürek avları” dışarıda değil, dağınık evlerde, bu evlerin uzak yakın odalarında gerçekleşiyordur. Tıpkı ev gibi hikâye de toparlanmamalıdır zira şiiri boğacak esas tehdittir bu. Hikâyenin fireler vermesi, boşluklarla, susuşlarla yol alması gereklidir, ki bu da başlıca hayatta kalma-yazma stratejisidir Demir’de. Deneyimin bir hikâyeye –anlatıya- dönüşmesi estetik hamlede kesinti anlamına gelir; bu kesinti de ideolojik sızma ve kabullere açık olmak, fikrin kelimeye galebe çalması demektir. Bu itibarla, “tekrar edimi” dirimsel bir faaliyet olarak kritik bir noktada durur; yalnızca “Lojistik” adlı muhkem şiiri değil, kitabın tamamını yörüngesinde tutan şu dize: dağılmayı seçen bir cümleyi tekrar edip durmak. Cümle –dize– dağılmayı seçmiş olsa da onu tekrarlamak: nitekim farkı yaratacak olan da tekrardaki bu sebattır. Bununla birlikte, Demir’deki yadırgama rejiminin esaslı bir nesnesi de bizzat dilin kendisidir; zira dilin de çatışı çökmüş, yanaşılacak bir yer –ev– olmaktan çoktan çıkmıştır, müstakil dizeler de bu çöküşten payına düşeni alır tabii: aynı mutluluğu alma garantisi yok ikinci yudumdan. Bu durumda ilk yudumun –dizenin– verdiği haz da sallantıdadır, şiir yalnızca dış dünyayı değil, geriye doğru kendi kendisini de yadırgar; ilk dizenin yaydığı şaibeli hazzı teyit edecek olan şeyse ikinci yudumdan başkası değildir. İlk yudum, ikinci yudum, ya da “aç perdeyi kapa perdeyi / hiçbir şey olduğu yok sanki.” Bu “hiçbir şeye” şiir de dahil midir: daima üçüncü bir yuduma ihtiyaç vardır.

***

Lirizm yoğunlaştıkça şiirin önünde bir engele dönüşür, bel bağlanan tekrarlar riskli bir hal alır, şiir hantallaşma, hatta yer yer havlu atma eğilimi gösterir. Kıvrımlarına duyguların doluştuğu şiiri seyreltmek, şiirsel hareketteki tıkanıklığı aşmak için Edip Cansever’le yolları –bir süreliğine de olsa- ayırmak, kelime tasarrufuna müdahale etmek, yeni ve başka görüntüler icat etmek ve daha da önemlisi ağırbaşlı tekrarlara daha hafif yükler eklemek gerekiyordur: ironi. Demir’in 2016-2020 arasında yazılmış şiirlerinde pek esamisi okunmayan, daha doğrusu geri planda duran ve sırasını bekleyen ironi, 2023-2024 arasındaki şiirlerde çok daha serbesttir. Kıvrılarak akan, yüzeye vurarak çalışan; problemleri başka açılardan tartışan bu ironi “dünyaya dair daha basit bir şeyin” peşindedir. Orhan Veli’de ya da daha politik versiyonuyla Can Yücel’de görülen türden bir ironi değildir ama Demir’inki; daha ziyade Metin Eloğlu’nun ilk dönem şiirlerinde rastlanan bir ironiye yakındır. Ayrı durulan tören kitlelerine tatlı tatlı sataşan, “ben” ve “siz” ayrımından çekinmeyen, hınzır, çevik ve eli belinde bu ironiye dair “Lojistik”ten bir kuble:

kalbim artık daha güçlü yani bir kas olarak

sabah koşusu, detoks sıvıları, yaş almanın faydaları

son zamanlarda artık lojistikle ilgileniyorum

virgüller, satır başları, gerekli tireler ve diğer işaretler

 

her şeyi düzgün yazarım kontrol bile etmem lojistik

beni her zaman bir şey yapmaya zorlarsanız

o zaman sizden biraz bilgi almam gerekir

bu şeyin nasıl yapılacağına dair

ve bu şeyin nasıl yapılacağına

dair metodoloji

Bu ironi sayesinde uyumsuzluk estetiğinin çatılı kaşları kısmen gevşer, biçim değişirken dizeler uzar, zekâya alan açılır, keskin ve ani dalışlar yapıp derhal kaybolan lirizm dengelenir; uzak ayrıntılar, kimi marjinal kıyılar gönül rahatlığıyla buraya çağrılır, şiirsel devinim hızlanır. Bunlar ironi ticaretinden elde edilen kazançlardır, fakat ironinin de içine yerleşilen, failini memnun eden bir yuvaya dönüşüp sanayileşme, dolayısıyla da yadırgama işlemini baltalama ihtimali vardır. Ama neyse ki her türden unutuşa karşı esaslı bir sigorta olarak: işte şuraya ekiyorum avucumdaki buğdayı


[1] Handan Demir, Az Daha Tekrar, İzmir: Mayıs Yayınları, 2024. Minicik ama hayli kuvvetli bir kitap bu. Evlerden, kapalı mekânlardan bahseden şiirler ve dizeler, aksi gibi sokakta –vapurda, kahvede, otobüste vb.- okumaya çok elverişli, şiir de dahil herhangi bir yazı kendini sokakta okutabiliyorsa, bence tamamdır…