Önemli bir halkbilimci olan Alan Dundes, 1980 yılında Folklorün Tercümesi (Interpreting Folklore) başlığıyla retrospektif bir derleme yapar. Bu derlemedeki makalelerden birisi, Koca Ağızlı Kurbağanın Tuhaf Hikâyesi’dir (The Curious Case of Wide-mouth Frog). Dundes, hikâyeyi anlatmaya şöyle başlar:
"Erken 1970’lerde, bir hikâye, Amerika’da hevesle kulaktan kulağa yayılmaya başladı. Modern bir fıkra olan hikâyede, yeni doğan yavrularını nasıl besleyeceğini bilmeyen koca ağızlı kurbağanın hikâyesi konu ediliyordu. Koca ağızlı kurbağa, yavrularını nasıl besleyeceğini öğrenmek için diğer hayvanların yanına gidiyor, onlara yavrularını nasıl beslediklerini soruyor ve içine düştüğü durumlarda da ağzının yapısından kaynaklanan doğal konuşma biçimini değiştirmek durumunda kalıyordu. (s. 62)
Dundes, bu hikâyenin bu kadar yaygınlaşmasını, hikâyenin dışsal meta-linguistik veçhelerine bağlar. Bu veçheler, bir yandan, Amerika’nın içinden geçmekte olduğu politik ortam, diğer yandan da hikâyenin koca ağızlı kurbağasının, deyim yerindeyse ‘ampır ampır vıraklarken’, birdenbire ezik bir ses tonuyla konuşmaya başlamasına ilişkin varyantlara müsaade eden metaforik yapıdır.
Dundes bu varyantlardan üç tanesini anlatır, ilk ikisinde koca ağızlı kurbağa, diğer hayvanların yavrularını nasıl beslediklerini öğrenmek için hayvanat bahçesine gider, üçüncüsünde ise kendi evinin mutfağındadır.
İlk hikâyede koca ağızlı kurbağa hayvanat bahçesine gider ve önce zürafaya, ardından gergedana yavrularını nasıl beslediklerini sorar, ilki yaprakla ikincisi de çamurla beslediğini söyler, üçüncü olarak hipopotama sorduğunda ise yanıt olarak yavrularını koca ağızlı yavru kurbağalarla beslediği yanıtını alınca, koca ağızlı kurbağa ağzını yumup ezik bir sesle “hadi ya, demek öyle” diyerek oradan uzaklaşır “‘oh, is that so?” [with a small tight mouth, in a soft voice]” (s. 62).
İkinci versiyon ilkinin benzeridir ve sırasıyla aslan, kaplan ve timsahın kafeslerine gidilir, ilk ikisi ‘kaybol şurdan’ diye yanıtlarken, timsah yavrularını koca ağızlı kurbağa ile beslediğini söyler ve buna karşılık koca ağızlı kurbağanın yüzünde aniden saygıyla karışık mahcup bir ifade belirir ve dudaklarını büzerek “sahiden mi?” der. ‘Oh, really?’ [spoken with lips pursed and brow furrowed in sudden sincerity].[1]
Alan Dundes, bu fıkraların içeriğinde örtük bir anlam olduğunu ve bu anlamın ancak anlatıcıların performansıyla birlikte anlaşılır olabileceğini düşünür. Buradaki anlatıcı performansı Amerika’da yaşayan siyahilerin dudak yapısı ve kurbağanın ağzı ile siyahilerin aksanı ve kurbağa sesi arasında bir senkron yakalamaktır. Bu performans ile anlamlı olan örtük mesaj ise daha fazla insan hakkı ve özgürlük talep eden siyahların taleplerinin, ayrıcalıklarını korumaya çalışan Amerikalıların kulağına kurbağa vıraklaması gibi gelmekte olduğudur. Ama daha da önemlisi, siyahlar koca ağızlarını yumup, ezik bir uysallıkla başlarına geleni kabul etmezlerse, tıpkı ırmakta yavruları için kurbağa toplayan timsah ya da hipopotamlar gibi, beyazların dişleri arasında ezilip gidecekler, yem olacaklardır.
Fakat bu hikâyenin iki versiyonunda Dundes’e asıl ilginç gelen, koca ağızlı kurbağanın yavrularını beslemek üzere diğer mahlukattan bilgi almak için hayvanat bahçesine gitmesi ve orada asil ve cesametli hayvanlarla karşılaşmasıdır. Yani asil ve güçlü hayvanlar kafeste elleri kolları bağlıyken, koca ağızlı kurbağalar, ortalıkta zıplamaktadır
Koca ağızlı kurbağanın hayvanat bahçesine girdiği kapı, memleketimiz beyazlarının hırtlar vadisi manzaralı gettolarına giriş için de uygun olabilir. Örneğin, Sırrı Süreyya Önder’in ölümünün ardından onun kızının kocasıyla birlikte Türkiye’nin en kıymetli yerlerini kapatması hikâyesi üzerinden “halk denize akın etti vatandaşa yer kalmadı” sendromunun ayrıcalıklı Kürtler versiyonunun dolaşıma girmesi; ya da hastanelerde, sahillerde vergi vermeyen Suriyelilerden bize sıra gelmiyor, ya da “asıl özgür olanlar Kürtler”in gerekçesi olarak hepsinin altındaki lüks sıfır arabalar…
Kurbağalar ortalıkta gezinirken, ‘kendi yurdunda parya’ tutuklanmış soyluluk edebiyatından ‘kurdun dişine kan deydi’ mevzisine doğru hınç biriktirmek.
***
Campbell’ın Kahramanın Yolculuğu’nda bahsettiğine benzer bir şekilde zamanı, mekânı, kahramanlarının uyruğu değişmekle birlikte, mono-mitler biteviye devam ediyor. Koca ağızlı kurbağa hikâyesinde, siyahlar dudak yapıları ve aksanlarıyla vıraklayan kurbağalar ile özdeşleştiriliyordu, bir de muhtemelen Dundes’in atladığı bir mesele daha var, kurbağalar ve yavruları herhalde ‘sınırsız’ doğuran Siyahiler ile bir başka özdeşleşme olsa gerek.
Sonradan edinilmediği için toplumsal olmayan; doğuştan geldiği için doğal, kaçınılmaz, ıslahı mümkün olmayan mutlak kötü ötekiye ilişkin mono-mitik klişeler.

Hırtlar Vadisi, bu anlamıyla mutlak kötü ötekinin sinsi bir tekrarı. Zira, burada neredeyse fenotip denilebilecek bir stereotip var: Öncelikle Halep beni, neredeyse bitişik kaşlar, kirli sakal, hırpani duruş. Bu fenotip net bir şekilde çoğunlukla lümpen Kürt erkeğinin sterotipi. Fakat bu fenotipi mutlak kötü öteki haline getiren şey ise burun ve bakışlar.
Ayrıca, patlıcandan hallice büyük burun bu fenotipe uygun da değil. Aslına bakılırsa burnun bu biçimi, 80’li yıllar popüler kültürü ve karikatür dünyasında kafasında Trabzonspor külahı ve yüzünde safiyane bir bönlükle bir Laz burnudur fakat bu fenotipin yüzüne yerleştirilince, mütecaviz fallik bir objeye dönüşmüş.
‘Hırtlardan’ ikisinin gözlerinde güvercin uykusu var belli ki mastor olmuşlar, birisi ise tekinsiz yoksul anlatısını besleyecek biçimde yarı beline kadar çıplak, hepsinin ortak özelliği, yüzlerinde seri katil donukluğuyla sinsice yan bakıyorlar.
Koca ağızlı kurbağadan, koca burunlu sinsi bakışlı hırtlara.
Sırtında yumurta küfesi taşıyan, memleketin gerçek sahibi ama kafeste yaşayan asiller ve ortada vıraklayan siyahlar ya da vatan millet sakarya’nın karşısına fasarya olarak çıkan koca burunlu leşler. Monomit yalnızca kediye boğdurulan aslan hıncıyla devam etmez, Dundes’in anlattığı koca ağızlı kurbağa fıkrasının üçüncü versiyonu ise şöyledir:
“Koca ağızlı dişi bir kurbağa mutfağında yemek hazırlarken, dışarıdan gürültüler geldiğini duyar ve mutfak penceresinden dışarı bakar ve bir ağacın çevresinde bir kalabalığın toplandığını görür. Koca ağızlı dişi kurbağa dışarı çıkar ve “HEY NE OLUYOR” diye koca ağzını yayarak sorar, sonra kalabalıktan birisi onu yanıtlar: ‘bunlar koca ağızlı bir kurbağayı asıyorlar’. Bunun üzerine, koca ağızlı kurbağa ağzını olabildiğince büzüp kısık bir sesle, ‘Ah, bilmiyordum’ der.”
Dundes’in bahsettiği 1970’lerde Amerikan iç savaşı bitmiştir, mutsuz generaller ve veteran güneylilerin antebellumdan postbelluma geçiş sürecinde yaşadıkları travmanın ritüalistik örgütü Ku-Klux Klan’ın katran tüylü, alevli haçlı, püriten linç ayinleri epey geride kalmıştır ama gene de siyahlar düzenli olarak işkence ve kötü muameleye tabi tutulmakta, linç edilerek ya da başka biçimlerde öldürülmektedirler. Bir de tabii KaraPanterler, dirileri murdar, ölüleri leş. Panter değil kurbağa, kükreme değil vıraklama. Kurbağadan daha da kötüsü, daha esfel-i safilin olanı kendisini panter sanan kurbağa…
Tekrar edip tamamlayalım, sonradan edinilmediği için toplumsal olmayan; doğuştan geldiği için doğal, kaçınılmaz, ıslahı mümkün olmayan mutlak kötü ötekiye ilişkin mono-mitik klişeler, tıpkı platin saçlı profesör hanımefendinin paylaşımında olduğu gibi, püriten arzuyu büyütür, mutlak kötü ötekinin ıslahını değil itlafını talep eder.
[1] Burada Amerikalı standupçı Tim Lowry (ki kendisi de Sam Amca ile Buffalo Bill arası bir tipleme) hikâyenin timsahlı versiyonunu anlatıyor: https://www.youtube.com/watch?v=uYzd1rCaJN0
