Buharlaşan Düzen, Çatışan Ufuklar
Ömer Laçiner

İki yüzyıl kadar önce Komünist Manifesto’da o dönemde yaşanan dönüşümü “katı olan her şey buharlaşıyor” diye özetleyen Marx, şu son otuz kırk yıla tanık olsaydı ne diyebilirdi? Mesela şöyle bir tanımlama uygun düşmez miydi: Buharlaşan her şeyin bir diğeriyle birleşerek bir süre katı imiş gibi göründükten sonra tekrar buharlaştığı ve bileşen sayısının gitgide arttığı bir döngü; yani “bir şey”in her şey olabileceği noktaya gidiyor gibi görünen ve genişleyen bir sarmal.

Yaşadığımız bu dönemde nesneler ve insan dahil organizmalara ilişkin geliştirici ve dönüştürücü edinimlerin ivmesi durmadan yükselen seviyesi, bu tanımlamayı elbette hak ediyor: 3D yazıcılarla hemen her şeyin herkes tarafından imal edilebildiği, “nesnelerin interneti” ve yapay zekâ ile eşyalar insanlar ve belki de diğer canlılar arasında iletişim ve koordinasyonun tamamen sağlanabildiği, şimdiden gerçekleşmekte olan “akıllı ev”lerden hemen sonra “akıllı bir doğa” için adımlar atılacağı, biyolojik ve genetik mühendislik ile nano teknolojilerin bileşkesinde uzun ve sağlıklı ömür, isteğe göre biçimlendirilecek bedenler kapısının giderek daha da açıldığı aydınlık bir geleceğe doğru yürümekte olduğumuzu pekâlâ söyleyebiliriz. Ayrıca bu yürüyüş, daha yakın çağlarda, hatta dönemlerde olduğu gibi, “ileri”ye atılmış toplumların diğerlerini geride bırakarak, özellikle de sömürü ve şiddetle daha da geriletip bunlardan edindikleriyle daha da hızlandıkları ve böylece aralarındaki zaman ve maddi gelişkinlik mesafesinin arttığı bir süreç olmaktan uzaklaşan, yani şimdilik geride olanların en uç teknolojik araç ve imkânları kullanabilme yollarının önemli ölçüde açık olduğu bir süreç olma niteliğini koruyor, hatta geliştiriyor.

Aynı tanımlamayla mevcut ulus-devletli toplumlar ve birey-topluluk davranışlarına baktığımızda ise benzer bir “buharlaşma”, eklenme ve ayrışma sarmalını görüyor olmakla birlikte tam tersine gittikçe kararan bir ufukla, tepelerde koyulaşan fırtına bulutlarından çakan şimşeklerin kör edici ışıltıları ile karşılaşıyoruz. Binyıllardır bütün toplumsal yaşamların temel oluşturucusu olagelmiş işbölümünün, öğrenme-yapma yeteneğinin teksif edilegeldiği mesleklerin-statülerin artık gereksizleşebildiği bir yaklaşan gelecekte yerinin ne olabileceği kaygısına şimdiden kapılmış milyarlarca insanın tedirgin telaşı; belli sınırlar ve tam egemenlik üzerine kurulu ulus-devlet kurumlarını, siyasal ideoloji ve programlarını giderek daha da kadükleştiren çağdaş teknolojilerin “düzen” konusunu/sorununu içine ittiği belirsizliğin yoğunlaşması, karanlık, ürkütücü ihtimallerin ağır bastığı gergin bir bekleyiş ufku seriyor önümüze. Bu durumu yönlendirme yollarını teşhis edebileceğimiz bakış açılarını, tanımlayacak dili ve kavramlarını henüz oluşturamadığımız için artık yetmediğini hissediyor olsak da; devraldığımız dil(ler)in ifade türleri ve kavramlarına müracaat ediyoruz “mecburen”. Ama bunlar da, onlara inanmak isteyenlerde bile yetersizliğini, tatmin olmamışlık duygusunu örtmeye yetmeyen bir dayatma kalıbıyla öne sürülebildiği için; kaçınılmaz olarak, geçmiştekinden çok daha katı ve düşmanlaştırmaya gayet teşne bir kutuplaşmaya sürüklüyor toplumları. Dünya genelinde hızla yaygınlaşan bu durumun biriktirdiği, özellikle kurumları aşındıran ve yıkıcı yönü ağır basan enerjinin tehdidi altında yaşıyoruz epeydir.

Eğer; nesnelere, araçlara ve organizma olarak insan bedenine artık yapabilecek hale geldiğimiz dönüştürücü etkinliğin, kazandırabileceğimiz niteliklerin düzeyi daha yüzyıl öncesinde bile hayal edebileceğimizin ötesine geçmemiş, insan türü doğanın kendisine koyduğu katı sınırlamaları böylesine radikal biçimde aşma kapısını açmamış olsaydı; şu kaotik gidişatın ne ile sonuçlanacağını bilemezdik ama sonucun nasıl bir şey olacağını güvenle tarif edebilirdik. Ve derdik ki; insanlar arası ilişkiler ve düzende de malum olduğu üzere doğa düzeninin yasaları, kuralları geçerlidir. O halde ortada gittikçe artan bir gerilim yoğunlaşması varsa bir güç mücadelesi kaçınılmaz demektir. Dolayısıyla “en-tek güçlü” olma iddiası olanlar mutlaka bir biçimde çarpışacak ve galip gelenin dikte ettiği kurallarla kaos sona erdirilip düzen geri gelecektir.

Nitekim mevcut kaotik gidişatın ilk belirtileri örneğin 2008 krizi ile görülür olduğunda ve Çin’in “dünyanın atölyesi” dedirtecek bir ekonomik performansı sürdürebileceği anlaşıldığında gayet muhtemel bir üçüncü dünya savaşı senaryolarından açıkça bahsedilmeye başlandığını biliyoruz. Yıllar geçtikçe bu senaryolar daha da somutlaştırıldı ve yaklaşık Rusya-Ukrayna savaşından itibaren önümüzdeki on yıl içinde bile gerçekleşebileceği öngörülen bu savaşta karşıt cephelerin bileşiminin nasıl olabileceğine, olması gerektiğine dair yığınla analiz yayımlandı. Gerçi önceki dünya savaşları öncesinde de benzer gelişmeler olmaktaydı ama aradaki son derece önemli farkı özellikle vurgulamak gerekiyor.

Çünkü I. ve II. Dünya Savaşları’nın öncesinde devlet aygıtlarının ve her iki tarafta da savaşa girilmesini teşvik eden büyük sermaye güçlerinin yanı sıra örgütlü olarak tavır alan kitleler de gidişatın belirleyicileri arasında ihmal edilemez bir etken olarak yer alıyorlardı. Örneğin birincisinin öncesinde birkaç yıldan beri her iki tarafta da devam eden savaş karşıtı büyük kitlesel gösteriler vardı ve o gösterilerde savaşı başlattıkları takdirde kendi hükümetlerine savaş açacaklarını ilan eden bildiriler bile dağıtılıyordu. İkincisinin öncesinde ise Fransa ve İngiltere gibi büyük Avrupa devletlerinde ve ABD’de yine kitlesel gösterilerle hükümetlerin Nazi Almanyası ve Faşist İtalya’nın işgal ve ilhak hamleleri karşısında pasif tutum takınmaları, yol verircesine tavrı protesto ediliyor ve hatta Almanya ve İtalya’nın açıkça askerî güç gönderdiği İspanya İç Savaşı’nda çarpışmaya katılacak olan binlerce kişilik Uluslararası Tugaylar seferber ediliyordu.

Şimdi ise ikincisinin yol açtığı zayiat ve tahribatı küsurat saydırabilecek savaş gücüne sahip süper güç bloklarının karşı karşıya geleceği bir üçüncü savaş ihtimalinden epeydir ciddiyetle söz edilmesine rağmen toplumların “güçlüler-yönetenler” katının altındakilerde konuyla ilgili merak, endişe ve tavır belirleme çabasının izine bile pek rastlanmıyor. Bunun bir sebebi elbette savaşacağı varsayılan büyük güçlerin bunu tüm –özellikle nükleer– savaş kapasitelerini kullanmaktan mutlaka kaçınarak, küçük, bölgesel çapta “vekalet savaşları” biçiminde sürdüreceklerine inanılması olabilir.

Fakat, özellikle bu yazı bağlamında çok daha önemli bir diğer –asli– nedenden söz etmeliyiz. En “ileri” sayılanları dahil bütün toplumlarda en tepedekilerin dışındaki büyük çoğunluk kendisini, karşılaştıkları sorunların ana nedenlerini içeren –ekonomi, eğitim, sağlık, haberleşme, bilimsel/teknolojik gelişmelerin yönlendirilmesi ve öncelikleri gibi– “büyük konular”la ilgilenmek, bilgi-fikir edinmek, tavır almak bahsinde yetersiz, aciz ve hatta gereksiz addetmeyi kabullenmiş gibidir. Bu konular acilleşir gibi olduğunda kendi payına düşen sorumluluk ve yetkiyi çok güçlüymüş gibi görünmeyi en iyi beceren demagoglara ciro etmeye büyük ölçüde teşnedirler bu yüzden. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz buhran, belirsizlik döneminde Donald Trump, Javier Milei gibi tiplerin yükselişi, onca şaibesine karşılık “ama güçlü de” dedirtmeyi beceren Recep Tayyip Erdoğan’ın %40’lardan aşağı pek düşmeyen popülaritesi şaşırtıcı değil.

Yazının başlangıcındaki tanımlamalara dönelim. Orada, insanlığın eriştiği ve hayatlarımızın hemen her alanında, özellikle de “iş”lerde, sağlık, haberleşme, yakınlaşma ve ortak davranışlarda bulunma ilişkilerinde ciddi içerik ve biçim değişimlerine yol açan bilimsel-teknolojik gelişmelerin, ezelden beri aşılmazlığı varsayılmış bir eşiği artık aşmış olduğunu gösteren gayet parlak bir ufuk ve gelecek manzarası görebiliyorken; toplumsal düzenler ve çoğunluk bireylerin düşünüş ve tutumlarında gördüğümüz atalet, acizlik ve karamsarlık arasındaki çelişkiye işaret etmiş idik. Ve bu tespitin uzanımında bir diğer çelişkinin de altı çizilmişti. Şöyle özetlemiştik bu çelişkiyi: Mademki insanlığın eriştiği ve çok daha ileriye gidebileceği belli olan bilimsel-teknolojik düzey ve dolayısıyla eylem ve ilişki kurma kudret ve kapasitesi, onun doğal belirlenimlerini ve sınırlılığını artık aşmış olduğunu açıkça gösteriyor; o halde insanlığın karşı karşıya olduğu sorunlara hâlâ “doğa yasaları”ndan esinlenmiş düşünüş ve tavır kalıpları içinde çözümler araması apaçık bir uyumsuzluk, bir çelişki değil midir?

Kaldı ki; sözkonusu düşünüş ve davranış kalıpları yine o “doğa yasaları”ndan hareketle, insanların doğa ve birbirleriyle ilişkilerinde mevcut koşullara en iyi uyarlananların yaşama, gelişme ve “ilerleme” imkânı bulacaklarını dikte ederken insani eylemliliğin asli ve istisnai niteliğinin doğaya ve onun koşullarına uyarlanmak değil, onları mümkün olabildiğince değiştirmek, hatta dönüştürmek olduğuna şöyle bir değinmekle yetiniyorlar. Oysa insani eylemliliğin bu niteliği, onun varoluşsal amacının, yöneliminin malum klişede ifade edildiği gibi “doğa ile mücadele, ona egemen olma” değil, bundan perspektifinin kökeni itibariyle farklı olan formüldür. Ve şöyle özetleyebiliriz: insanın doğal belirleyicilerinden sıyrılışı ve nihayet kurtuluşu.

Böyle bir varoluşsal amaç ve yönelimin bilincine vardığı ve hareket ettiği takdirde insan soyu, şimdiye kadar salt insana özgü yetenek ve özelliklerinden sadece pratik zekâ, yapım ve yaratıma öncelik ve belirleyicilik vererek ulaştığı düzey ve aştığı doğanın zorunluluklar duvarının ötesinde; bu kez yine salt insana özgü olan ihtiyaç ve duyarlılıklarını, ahlaki ve estetik arayışlarını, sevgi, merhamet, dayanışma ve özveri gibi ilişkisel duyguları içselleştirmiş varoluş tarzlarının genelleştiği bir insanlık durumuna erişmeyi pekâlâ hedef edinebilir.

Özetlediğimiz bu hedef doğrultusunda elbette ulusal sınırlamalara bağımlı olmayacak, dünyasallığı apaçık görülebilecek bir hareket boy gösterebildiğinde, mevcut buhran durumundan çıkışın mümkün yegâne alternatifleri olarak gösterilen “süper güç”lü bloklar, onların aynı arkaik modelin rengi farklı versiyonları olduğunu kolayca ifşa edecek “gerçek alternatif”le yüzleşmeye mecbur olacak, mecbur edilecektir.

Şüphesiz bu gerçek alternatifin hakkıyla seferber edilebilmesi için onun ortaya çıkış ve gereğince gerçekleşebilmesinin maddi temeli olan mikroçiplerden yapay zekâya, 3D yazıcılardan genetik mühendislik donanımlarına kadar en ileri çağdaş üretici/yaratıcı güç potansiyeline fiili erişimi önkoşuldur. Bu potansiyel her ne kadar bugün çok büyük ölçüde devletlerin, en büyük sermaye sahiplerinin yasalarla korunan mülkiyet ve denetiminde ise de; söz konusu potansiyelin insanlığın ortak mirası olduğu da tartışılmaz bir gerçektir. O nedenle günümüzün varisleri olarak hepimizin o potansiyel üzerinde meşru bir hakkımız vardır. Meşru hakkın yasal haktan çok daha olumlu sonuçlara yol açacağını ispatlamak da ayrıca bir kazanımdır.