Amalı-Fakatlı Tartışmasına Bir Katkı: Linç, İfşa ve İfade Hürriyeti
Polat S. Alpman

I

Tanıl Bora’nın “Amalı-Fakatlı” yazısı, konuşmak için yol aradığımız bir meselenin açıkça ifade edilmesi bakımından önemli. Türkiye’de iyice daraltılan ve herkesi bir yerlere tıkıştırmaya çalışan siyaset tekniğine karşı kamusal tartışmayı hatırlatan bir yazı. Bu meseleyi ifade hürriyetini içerecek şekilde genişletmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Türkiye’de bu meselenin tarihsel arka planı epey uzun. Bizim tecrübe ettiğimiz dönemin tarihi de esasen ifade hürriyetinin önce kamuoyu baskısıyla, ardından devlet eliyle daraltılmasının tarihi olarak değerlendirilebilir. Burada yalnızca Cumhurbaşkanına hakaret davalarının ya da “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” yasasının abartılı biçimde genişletilmesinden söz etmiyorum. Daha derinde, neredeyse her yurttaştan sistematik biçimde otosansür talep eden bir siyasal keyfilikten ve bu keyfiliğin ifade hürriyetini, bu çağdaki seviyesinin gerisine düşürmesinden söz ediyorum. İçinde bulunduğumuz çağın özgül gerçekliğine, ihtiyaçlarına ve değerler sistemine denk düşen bir ifade hürriyeti rejiminden mahrumuz. Bu, sadece düşüncenin gelişiminin değil, yurttaşlık hakkının da gasp edilmesine neden olan meşum bir uğrak. Klişedir ama ifade hürriyeti her medeni ülkenin kırmızı çizgisidir ve bundan feragat edilen her yerde medeni olma hakkı gasp edilir.

Bora’nın yazısı esasında bunun diğer kısmını mesele ediyor, birbirimizin ifade hürriyetine çektiğimiz sınırlardan ve devamında şöyle diyor: “elbette amasız fakatsız savunulacak ilkeler vardır, amasız fakatsız tavır almayı gerektiren durumlar vardır. Bununla beraber, -ama fakat-, her konuyu, her bahsi, her tercihi amasız-fakatsıza çekmekte bir sorun yok mu? Her vesileyle, tartışmanın, eleştirinin önünü almak istemenin alâmeti değil mi bu?” Evet, alâmeti, hatta ta kendisi.

Devlet-yurttaş ilişkisinin başlıca ilkesi, hiç değilse ilkelerinden biri, ifade hürriyetidir. Üstelik bu hak, öncelikle yönetme yetkisini elinde tutanlara karşı kullanılmak içindir. Ancak bu durum, mikro-iktidar alanlarında bu haktan feragat edebileceğimiz anlamına gelmez. Oysa devletin ya da hükümetin bu alanı daralttığı, hatta ortadan kaldırmaya teşebbüs ettiği her durumda, yalnız yönetenlere değil, birbirimize karşı da düşüncelerimizi ifade etme gücümüzü ve hakkımızı yitiriyoruz. Buna kuşkusuz direnmek gerekir, çünkü ifade hürriyetini korumak, yalnızca eşit-onurlu yurttaşlık hakkını değil, birçok şeyle birlikte bireysel ve toplumsal haysiyeti korumayı da içerir.

İfade hürriyeti derken elbette alelade, popüler ya da çoğunlukça kabul gören görüşlerin değil, rahatsız edici, sarsıcı ve aykırı görüşlerin ifade edilmesinden söz ediyorum. Velev ki, ifadeleriniz sadece yanlış değil, çok yanlış olsun, farklı fikirlerin serbestçe dolaşımı olmadan kamusal tartışma mümkün olabilir mi? İşte Tanıl Bora’nın yazısı tam bu noktada devreye giriyor ve yalnızca devletin değil, herhangi bir otoritenin baskısı, sansürü ya da cezalandırması korkusu olmaksızın ifadenin hür, yorumun serbest olmasından söz ediyor. Çünkü ifade hürriyeti, toplumun kendisi üzerine düşünebilme ve kendini eleştirebilme hakkıdır. Bu hak, yalnızca güçlülerin değil, en zayıf olanın da söz söyleyebildiği ölçüde var olur, anlam ve meşruiyet kazanır.

II

Sosyal medyanın neden olduğu medya anarşisi, yani editoryal süzgecin ve denetimin neredeyse tamamen ortadan kalktığı iletişim ortamı, herkesi potansiyel haber üreticisi, yorumcu ve kanaat müdürü haline getirdi. Bu durum bir yandan ifadenin hür, yorumun epey serbest biçimde dolaşmasını sağlarken diğer yandan kamusal tartışmanın parçalanmasına neden oldu. Bugün mevcut iletişim ortamı, bilhassa sosyal medya, koca bir kanaat kanalizasyonu olarak hayatımızın ortasından geçiyor.

Bu medya, hakikatin aşınması, hızın düşüncenin önüne geçmesi ve görünmez iktidar biçimlerinin belirleyiciliği gibi ciddi sorunları da içeriyor. Öncelikle buradaki her ses eşit değil, her söz benzer ölçüde duyulmuyor. Dolaşıma giren malumatlar çoğu zaman bilgi olmadığı gibi doğru bilgiyi de bulanıklaştırıyor. Duygusal ikna, çiğ hamaset, safsatalarla bezeli sahicilik jargonu, kanıta dayalı tartışmanın yerini alıyor. Hızlı ve tepkili davranma baskısı, düşünme üzerinde baskı yaptığı gibi herkesin konuştuğu ama kimsenin diğerini dinlemediği ve herkesin birbirinin üstünde kolayca tepinebildiği bir akışı mümkün kılıyor. Üstelik bu özgürlük alanı, arkasında ekonomik ve politik güç ilişkilerinin çıkarlarının yeniden düzenlendiği kurallarla işliyor. Böylece ifade hürriyeti üzerindeki tahakküm, yalnızca devletin değil, birbirimize yönelttiğimiz yatay baskıların da ürünü haline geliyor. İnsanlar artık sadece iktidarlardan değil, birbirlerinden de çekinerek konuşuyor ki bu, sansürün en inceltilmiş, en içselleştirilmiş biçimi.

“Sosyal medya linçi” denilen dijital tepkiler de bu ortamın parçası. Tepkiler duygusal biçimde ve büyük bir hızla örgütleniyor, olay tam olarak anlaşılmadan toplumsal infiale dönüşüyor. Hedef alınan kişi, etiket kampanyalarıyla itibarını, işini ya da psikolojik dengesini yitirebiliyor. Bu süreçler çoğu zaman “yargısız infaz” niteliği taşıyor, yargı kararı olmadan cezalandırma refleksi doğuyor. Türkiye örneğinde olduğu gibi, zamanla bu linç pratikleri toplumsal ahlakın dijital denetimine dönüşüyor, doğru ve yanlış davranışları sosyal medya yığın halinde hareket eden topluluklar belirliyor. Görünürlük ekonomisi, önem ve onay kazanma arzusu bu süreci beslerken, grup kimliğini ve “biz” duygusunu da pekiştiriyor. Kimi zaman taciz, yolsuzluk ya da ırkçılık gibi meselelerde meşru bir toplumsal tepki biçimi alabilse de kimi zaman özel hayatın ihlali, sahte bilginin yayılması ve kalıcı damgalama gibi sonuçlar üreterek kamusal tartışmayı imkânsızlaştırıyor.

Ancak diğer yandan yine bu mecra, dışarıda bırakılanların, zayıfların, ötekileştirilenlerin güç biriktirebildiği, kamusal görünürlük kazandığı, sözün demokratikleştiği bir alan olarak da işlev görüyor. Devlet sansürüne ve medya tekellerine karşı neredeyse mikro-kamusal alanlar oluşturarak, özellikle otoriter rejimlerde, ifade hürriyetinin sığınağına dönüşüyor. Aynı zamanda malumatla birlikte bilginin, eleştirinin, sorgulamaların, duyguların da dolaşıma girdiği, kişisel deneyimlerin politik anlam kazandığı yeni bir kamusallık yaratıyor. Haliyle sosyal medya temsiller, performanslar, duygulanımlar düzeyinde de kamusallığın sınırlarını genişletiyor. Beğenmek zorunda değiliz, ama içerdiği bütün çelişkilere rağmen bu, özgürlük deneyiminin açılmasıdır.

İfşa siyaseti bunun belki de en somut görünümlerinden biri. Sosyal medya, erişim kolaylığı, anındalık ve etkileşim imkânıyla ifşa siyasetini de mümkün kılan yeni bir kamusal zemin oluşturdu ve ifşayı kurumsal adaletin alternatifi değil, onun yokluğuna karşı doğan bir “acil adalet” biçimi haline getirdi. Başta kadınlar olmak üzere göçmenler, kolluk şiddeti mağdurları, işçiler, öğrenciler ve benzeri birçok kesim için sosyal medya sesinin bastırılmasına rıza göstermeyenlerin görünebildikleri neredeyse tek mecra. #MeToo, #SusmaBitsin, #MahsaAmini, #ÖzgecanAslan, #...yalnızdegildir ve benzeri kampanyalar, yerel deneyimleri kimi zaman küresel bir yankıya dönüştürerek, tanık olmayı kısmen de olsa edilgenlikten çıkarıp politik eyleme dönüştüren yeni bir kamusallık inşa ediyor.

III

Tanıl Bora yazısında üç örnek veriyor. “Yetmez ama evet” diyenlere reva görülen marazi hiddet, Mine Söğüt’ün ifşa meselesiyle ilgili “insanlık halleri” yazısına verilen tepkiler ve yeni çözüm süreciyle ilgili tarafların amasız-fakatsız biat talep etmesi. Üçü de önemli, fakat nüansları buharlaştıran bir şeyler var. Özellikle Mine Söğüt’e reva görülenler bahsiyle ilgili.

Mine Söğüt’ün “insanlık halleri” yazısını okuduğumda, ifşa siyasetine ilişkin eleştirisini patriyarkal yargılama biçimlerinin içerdiği tahakkümü yeniden üretme tehlikesine yönelik bir uyarı olarak yorumladım. Söğüt, adalet arayışının cezalandırıcı bir refleksle sınırlanması halinde, mevcut iktidar ilişkilerinin tersine çevrilmek yerine yeniden üretilme riskine dikkat çekmeyi hedefliyor gibiydi. Bu benim aşırı yorumum da olabilir. Yazının üslubu, kelime tercihleri ve yazının vardığı sonuç, adaleti yalnızca cezalandırma üzerinden kavrayan, duyguların tanınması, onarılması ve kolektif dönüşümünü dışarıda bırakan bir anlayış da içeriyordu. Sanki her şey olup bitmiş, şimdi kadınlar erkekliğin tahakkümünü ele geçirip onlara zulmediyormuş gibi bir ima taşıyordu.

Eğer Süreyyya Evren “Ama İmkânları Fakat Fısıltıları” yazısında meseleyi yeniden çerçevelememiş olsaydı, Tanıl Bora’nın, Mine Söğüt’ün yazısının “uyandırdığı linçci tepkide de, kişilerden öte aklı fikri iptal eden bir amasız fakatsızlık tedhişi”ne karşı ifade hürriyetini koruma yönündeki hatırlatmasını ben de aynı şekilde yorumlamayı sürdürebilirdim. Ne var ki Evren, yazısında konuyu daha geniş ve tartışmalı genellemelere taşıyıp sınırların bulanıklaşmasına neden oldu.

IV

İlk itirazım, bu tartışmada “linç” kelimesinin özensiz kullanılmasıyla ilgili.

Elbette Mine Söğüt’ün yazısıyla ilgili sosyal medyada kimi kullanıcılar nezaket sınırını aşan, kaba ya da ölçüsüz sözler sarf etmiştir, bunda kuşku yok. Ancak günümüzde kamuya konuşmanın bedeli biraz da budur. Sözün dolaşımda olduğu bir alanda, yalnızca dile getirilen fikre değil, bazen kişinin kendisine yönelik kabalıklar da kaçınılmaz hale gelir. Nihayetinde bu da sözdür, laftır. Sınırsızdır, diyemem, elbet bir sınırı olmalı, belki galiz hakaret. Şimdilik bu tartışmayı hukukçulara bırakalım. Benim derdim, Mine Söğüt’ün yazısına yönelen tepkilerin, hayal kırıklıklarının, farklı düşüncelerin bir çırpıda “linç” torbasına sıkıştırılmasıyla. Yoksa Söğüt’e “sen artık Mehmet Söğüt’sün!” denilmesi ayıp kabul edilebilir, ama dikkat edelim, ayıp… linç değil. Linç, hoşlanmadığımız her söz ya da tepkiye yapıştırılacak bir etiket değil, olmamalı, hele ki söz konusu tepki, güçlüden değil, zayıf olandan geliyorsa.

Bu arada Mine Söğüt’ün yazısına sadece sosyal medyadan eleştiriler, tepkiler gelmedi. İfşa siyasetinin kapsamı ve içerdiği sorunlarla ilgili başka tartışmalar da devam etti. Meraklısı, şuradaki söyleşiye, Söğüt’le ilgili tartışmalar içinse Simla Sunay’ın ve Pınar Doğu’nun yazılarına bakabilir.

Süreyyya Evren yazısında konuyu epey ileriye taşıyıp artık tartışmanın kendisinin bile suç sayıldığı bir iklimden söz ediyor. Ona göre taraflar keskin biçimde ayrılmış, tarafsız kalmak neredeyse imkânsız hale gelmiş. Hatta tarafsız olanlar bertaraf ediliyormuş. Bunu örnek olarak Mine Söğüt’ün yazısına verilen tepkilerden söz ediyor. Kastettiği sosyal medyadaki tepkiler olsa gerek, çünkü somut olarak hangi tepkilerden söz ettiğini yazıdan öğrenemiyoruz. Bu tepkiler, onun nazarında yalnızca fikir ayrılığı değil, aynı zamanda tartışma hakkını boğan bir girişimmiş. Evren’e göre taraflardan biri “Uslu uslu tarafınızı seçin; ya bizim arkamızda durun sessizce ya da karşımızda ezilin. Üçüncü bir pozisyon hayal etmeyin. İzin vermeyiz. Bak Mine’ye bile izin vermedik” diyormuş, o da haklı olarak bu aleni zorbalığa itiraz ediyor.

Ediyor da bunu diyen taraf kim? Diğer taraf ne diyor, taraflar birbirinden ne talep ediyor? Bahsedilen tepkiler ne? Bunları bilemiyoruz, ‘arif olan anlar’ diyerek irfanımıza terk edilmiş sorular.

V

Mine Söğüt’ün linç edildiği kabulüyle dile getirilen bu görüşün olgusal olarak doğru olmadığını düşünüyorum. Bana kalırsa, Süreyyya Evren’in, hatta bir ölçüde Tanıl Bora’nın da, ifadelerinin hilafına, aslında tam da talep ettikleri şey gerçekleşmiş oldu. Söğüt bir şey söyledi, başkaları da başka şeyler söyledi. Söğüt, dile getirdiği görüşler nedeniyle ne gerçek bir haksızlığa uğradı, ne hukuksuz bir muameleye maruz kaldı, ne de utanmaya zorlandı. Katran ve tüye bulandırılmadı, işinden edilmedi, itibarı yerle bir edilmedi. Eğer bir itibar kaybından söz edilecekse, bu yalnızca belli bir çevreyle sınırlı kaldı ve o da daha çok bir hayal kırıklığı duygusunun yarattığı bir şaşkınlıktı. Takdir edersiniz ki, kamusal bir tartışmaya girdiğinizde görüşlerinizle ortaya çıkarsınız ve bunun size her zaman onay ya da saygınlık kazandıracağının garantisi yoktur. İfade hürriyeti tam da budur. Siz düşüncenizi dile getirirsiniz, muhataplarınız da suça ya da şiddete başvurmadan ama nezaket ya da ölçülülük sınırı gözetip gözetmeme konusunda muhayyer olarak ve kendi üslup, görgü ve ahlak anlayışları içinde size karşılık verirler. Herkes kendi görgüsüne, bilgisine, deneyimine göre söz söyler. Kamusal tartışmanın asgari koşulu bu olsa gerek.

Mine Söğüt “Ve düzen değişir. Kazanırsınız. İstediğiniz olmuştur” dediğinde birileri “hanımefendi ne diyorsunuz siz, kim neyi kazanmış” diye sorup kocası, babası ve sair erkekler tarafından öldürülen -bakın, taciz, tecavüz bile değil, doğrudan öldürülen- kadınların istatistiklerinden bahsetmeye başladığında ya da Süreyyya Evren “kurunun yanında yaş da yansın boşver teorisi mi doğru” diye sorduğunda birileri “kim bu derdine düştüğünüz kurunun yanındaki yaş” diye soracak olursa bunlar alenen ve apaçık itiraz hükmündendir.

Bunları ifadelerimi güçlendirmek ya da iddiamı sahicilik jargonuyla süslemek için söylemiyorum, ifade hürriyetini mesele ettiğim için söylüyorum. Çünkü öfkeli her sözü, sitemli her serzenişi ya da itiraz içeren her sorgulamayı linçle eşitlemek, birbirimize yönelttiğimiz yatay baskıların bir başka biçimi olmaya aday.

VI

Süreyyya Evren’in niyetini anladığımı varsayıyorum. Türkiye’de ifade hürriyetinin sınırlarının epey gerilediğini, çağın değerlerinin gerisine düştüğünü ifade etmiştim. Bunun bir de küresel yönü var ve Evren de “woke” ve “cancel/iptal” kültürünün istismarını dert ediniyor olsa gerek. Eğer bu varsayımımda haklıysam kendisiyle müttefik sayılırız, bence de bu meselenin ciddiye alınması ve epey esaslı bir biçimde konuşulması, tartışılması gerek. Linçle ilgili verdiği örnekler konusunda yanıldığından şüphem yok, fakat işaret ettiği mesele konusunda ben de endişeliyim.

Malum, epeydir çeşitli çevrelerde woke ve cancel/iptal kültürüne ilişkin eleştiriler dolaşıyor. Bunların bir kısmı doğru gözlemler, haklı eleştiriler içeriyor. Fakat bu eleştirilerin, bugün “woke kültür” denilerek küçümsenmeye çalışılan, toplumsal güç ilişkilerini sorgulayan ve eşitsizlikleri görünür kılmaya çabalayan bir bilinç halini savunmaktan bizi alıkoyması mı gerekir? Woke ya da cancel kültür denilerek küçümsenmek istenen şey adalet duygusunun kamusal vicdandan sökülüp atılmak istenmesi olabilir mi? Amasız-fakatsız savunmamız gereken şeyler var ise bunu karikatürleştirilen kavramların gürültüsü içinde yitirmemek gerekiyor.

Özetle mesele, woke ya da cancel/iptal kavramlarının ötesinde, adalet duygusunun ve ifade hürriyetinin sınırlarını nasıl koruyacağımızla ilgili. Linç meselesine bu açıdan da bakılabilir. Kamuya konuşma hakkınızı kullandığınızda size yöneltilen sözlerde kabalık ya da saygısızlık olsa bile itirazlarla karşılaşmayı peşinen kabul etmiş sayılırsınız. Size “hayır, öyle değil!”, “yazıklar olsun!”, “meğer koynumda yılan beslemişim!” ya da “demek sen de erkeklik sözleşmesini imzaladın” diyenler sizi linç etmiyordur, linç bu değildir. Linç, arkasına aldığı iktidar gücünün sopasıyla yürütülen toplu infaz ritüelidir, trol ordularının koordineli saldırısıyla bir anda hayatınızın, işinizin, emeğinizin elinizden alınmasıdır. Yoksa, zaten zayıf olanın size yönelttiği itiraz, serzeniş, öfke ya da kırgınlık linç değildir.

Tartışmayı zorlaştıran da bu türden tepkiler değil, tam tersine, her sözün onay ya da saygı makamında karşılanmasını bekleyen, her eleştiriyi kişisel saldırı olarak algılayan mafevkin alınganlığıdır. Oysa esas olan ifade hürriyetidir ve bunun gerçek ölçüsü, en zayıfın sesini ne kadar duyabildiğimizdir.

VII

İtirazım diğer kısmı “sanatın otonomisi” bahsiyle ilgili.

Öncelikle sanat, eser ve sanatçı arasındaki farkın gözetilmesi gerektiğini düşünüyorum. Sanatın otonomisinin sadece sanatla ilgili olmadığını, eserin nasıl üretildiği, hangi ekonomik koşullarda finanse edildiği, kim tarafından sergilendiği ve hangi izleyiciye hitap ettiğinin eserin anlamının bir parçası olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden sadece estetik ölçütlere göre değerlendirme iddiası, eserin toplumsal bağlamını soyutlayarak güç ilişkilerini görünmez kılma riskini beraberinde taşıyan bir görüş. Ancak benim üzerinde durmak istediğim konu bu değil.

Bana kalırsa, devletlerin ifade hürriyetini gasp etmeye yöneldiği her yerde bunun için mücadele etmek asıldır. Dolayısıyla eğer devletler çeşitli gerekçeler öne sürerek bir eseri ya da sanatçıyı sansürlemeye teşebbüs ediyorsa bu sadece o eser ya da sanatçıya değil, tüm topluma yönelen bir tehdittir. Bu konuda Süreyyya Evren’le hemfikiriz. Fakat Evren “Sanata dönük sansüre karşı çıkmak için en ufak bir argümanımız kalmadı. Kendimiz otonomiyi tanımıyoruz zaten, devlet niye tanısın. Hoş, an itibarıyla hâlâ bizden daha çok tanıyor. Ayrıca bizim Silivri devletinkinden soğuk” dediğinde hiyerarşiyi düzleştirmekle kalmıyor, bu şiddeti küçümser bir tonda sunuyor. Bu da devletin sanat alanına dönük müdahalesini önemsizleştiriyor ve “sanat çevreleri” olarak tarif edilebilecek bazı alan-içi güç odaklarını devletten daha kudretli gösteriyor.

Bu tespit doğru değil. Türkiye’de devletin sanata ilişkin müdahaleleri, Evren’in gözlemlerinin epey ötesinde. Dahası, Evren’in yaklaşımında, sosyal medyanın, kurumların ve sanat çevrelerinin sanatçıları sivil ölüme mahkûm ettiği, devletin ise sansür uygulayıp cezalandırdığı yönündeki düşünce, bu pratikleri aynı düzlemde ve benzer bir yaklaşımla işleyen olgular olarak gösteriyor.

Değiller. Bunları eşitlemek sadece fasit kıyas değil, siyasi olarak da çok tartışmalı bir görüş. Bu iki alan arasında yalnızca araçsal değil, iktidarın niteliğine ilişkin de esaslı farklar var.

Bir diğer mesele “peki, ama sencilik”e (whataboutism) varan “erdemsizlik yapacaksan para konularında ve sanat konularında yap, o tip erdemsizliklerin üzerine gidilmiyor. Cinsel konularda bir erdemsizlik yaparken görüntü verme. ‘İçki içerken fotoğraf verme yeter, pudra şekeri o kadar sorun değil’in sanatsal bir versiyonu” ifadesindeki haksızlık.

Sanırım burada Evren, konular arasındaki çifte standardı göstermek istiyor. Ancak eğer erkek şiddetine verilen tepkilerin çok güçlü ve örgütlü olduğunu, bununla ilgili “görüntü vermekten” kaçınmak gerektiğini ima ediyorsa, talihsizlik. Mevcut siyasi iktidarın hassasiyetlerinin gözetilmesini ima ediyorsa, yersiz. Konuları tefrik edelim. ‘Cinsel erdemsizlik’ ile kastedilen tam olarak nedir, ne anlama gelir bilemiyorum, fakat konumuz itibariyle failleri koruyan, en azından onlara karşı etkili mücadele etme ihtiyacı hissetmeyen toplumsal adalet duygusu ve yargı sistemi karşısında ses çıkaranların ifade hürriyetinden söz ediyoruz. Velev ki sanat, basın, bilim ya da siyaset camiasından biri olsun, ne fark eder?

Bir başka yerde, “Sanatçının erdemsiz olduğuna karar verilirse, sanatçıdan bağımsız bir otonomisi olduğu fikri çöpe atılan, geçersiz kılınan sanat eseri sansürleniyor,” diyen Evren, ardından “Çok bariz bir adaletsizlik görünür olduğunda da gene oluşan tartışma ihtimalini bastırmak için çok duyduğum şu iki argüman öne sürülüyor: a) boşver gerekirse kurunun yanında yaş da yansın b) tahterevalli etkisi bu kuzum, yıllarca erkek egemen adaletsizlik oldu, şimdi de bu adaletsizlik olacak ve dengelenecek” diye ekliyor.

Burada sanki iki seçenekten ibaret bir dilemma ortaya konulsa da birçok insanın bu ikisine de razı olmayacak bir irfana sahip olduğunu varsayabiliriz. Çünkü cinsel şiddet iddialarına güçlü bir toplumsal tepki talep etmekle, eşitlikçi bir toplum, otonom alanlar, güçlü toplumsal adalet duygusu ve yargı sistemi gibi başlıkları tartışmaya açmak arasında bir çelişki yok. Tam tersine, bu tür sahte ikiliklere kapılmadan da düşünmek, sanatçıyla eser arasındaki ilişkiyi, sanat piyasasının sorumluluğunu ve devlet sansürünü önlemenin yollarını serinkanlı biçimde tartışmak mümkün. Yeter ki ifade hürriyetimiz, amalarımız, fakatlarımız gasp edilmesin.

VIII

Süreyyya Evren’in sanatın otonomisiyle ilgili verdiği örneklerin de hatalı, meseleyi açıklamaktan uzak olduğunu düşünüyorum. Evren sanatın otonomisini savunmak için çıktığı yolda, bugün yaşanan güç asimetrilerini, sömürgecilik, işgal, apartheid tartışmalarını tamamen paranteze alıp, “20 yıl sonra roller değişirse ne olacak?” diye sorması, “Putin’e taktik veren piyanist” örneğini vermesi, arkada yer alan, bugünün ahlaki ve politik kriterlerini mutlaklaştırıp sanatı buna göre silip yazarsak, yarının kriterleri değiştiğinde ne yapacağız? sorusunu aşındırıyor.

Açıkçası bir sanatçının ülkesindeki muhalifleri öldürecek kadar ileri giden alenen otoriter rejimi desteklemesi ve ona savaş taktikleri verecek kadar hevesli olması ile “şimdi o konser kötü mü oldu?” sorusu, sanki iki durum eşdeğermiş gibi bir retorik kuruyor ama değil. Konserin estetik değerini erbabı takdir eder elbet, fakat sanatın otonomisi, sanatçının insani sorumluluğunu ortadan kaldırmaz, sadece eserin değerlendirilme biçimini korur.

Bu nedenle Gazze’yi işgal etmesi için Netanyahu’ya taktik veren bir piyanisti İstanbul’a davet etmemenin gayet makul, hatta büyük bir ciddiyetle dikkate alınması gereken bir tercih olduğunu düşünüyorum.