Oradan buradan kulağıma çalınan bir “bilgi” var: AKP’nin yiyecek veya yakacak yoluyla ya da doğrudan nakit akıtarak yardım ettiği yurttaşlar. Bu insanların sayısının bayağı yüksek olduğu söyleniyor. “Yüksek” dedimse, söylenenlerin yirmi milyonlara kadar yolu var.
Haldır huldur çalışan ve kaza çıkaran kömür madenlerini de bu olaya bağlıyorlar. Halka, halkın bir kısmına bedava dağıtılan kömürü çıkarmak üzere böyle çalışıyormuş bunlar.
Bunları duyuyorum, bazı durumlarda geçerli olduğunu da biliyorum ama yaygınlığını ölçebileceğim ya da doğrulayabileceğim araçlarım yok. İktidarın ideolojik yapısına baktığım zaman doğru olabileceğini görüyorum.
Bu, önemli bir konu: tabii kısa vadede, pratik düzeyde, doğrudan doğruya siyasi sonuçları var. Hükümetten maddî yardım alan bu insanlar, seçim zamanı gelince, hükümeti oluşturan partiye oylarını vererek durumun devamını sağlayacaklar. Bu da o parti için falan oranda hazır oy demek.
Ama bana bundan daha önemli görünen konu, bu davranışın daha uzun vadeli sonuçları.
25 Ocak (Pazar) tarihli Taraf gazetesinde bir haber var: “AKP dönemi sendikaları vurdu” başlığıyla verilmiş. Şöyle deniyor: “AKP iktidara geldiğinde sendikalı işçi oranı yüzde 58’ler düzeyindeydi. Çalışma Bakanlığı’nın son açıkladığı verilere göre ise bu oran % 10.65’e kadar geriledi.”
O yüksek oran olarak verilen % 58 de bayağı düşük bir oran; ama % 11 tam bir felâket.
Kapitalizmin erken aşamalarında sendika, emek örgütlenmesinin en önemli kurumlarından biriydi. Sonuçta kapitalizmin bir kurumuydu. Ama bir denetleme aracı olabiliyordu. Kapitalizmin yeni aşamalarında sendikalar eski etkilerini kaybettiler. Bu, global bir eğilim; yalnız Türkiye’ye özgü bir şey değil. Ama, genel eğilim içinde Türkiye’yi gene de benzersiz kılan özellikler hep vardır.
“Anadolu sermayesi” diye andığımız, Türkiye kapitalizmine görece yeni katılan kesim (bir “sınıf fraksiyonu” diyebiliriz) genel konsensusa göre AKP’nin başlıca sınıfsal dayanağı. Bu sermaye kesiminin muhafazakâr ideolojik yapısını ve bu arada “sendika” gibi kurumlara duyduğu antipatiyi de biliyoruz. Bu noktalarda, bu sermaye kesimi ile iktidardaki siyasi partinin ideolojilerinde tam bir uyum olduğu söylenebilir.
Bu ideoloji, “sınıf ayrımı” denilen genel fenomeni varoluşun, toplumsal yapının bir olgusu olarak görür. Ortadan kaldırılması gereken bir bozukluk olarak görmez. Beş parmağın beşi bir değildir, sınıf ayrılığı, zengin-fakir farklılaşması hep olacaktır, olması kötü bir şey değildir. Bu ayrımda “fakir” kesiminde kalanlar “kanaatkâr” ve “itaatkâr” olmalıdır (zenginler yalnızca “kâr”la yetinebilir). “Zengin” tarafta kalanlar ise “hayırsever” olmalıdır.
Bu, en tipik şekliyle, “ataerkil” bir düşünce tarzı ve bir düzenlemedir. “Ataerkil”i de ataerkil zamanların terimiyle telaffuz edelim: “pederşahî”!
AKP’nin sınıfsal destekçisinin, kendi siyasî temsilcisinden, çalışma hukukunu ve pratiğini kendi görüş ve inançları doğrultusunda düzenlemesini talep etmesi çok doğal.
Bu “pederşahî” anlayış, ürünü olduğu modern-öncesi toplumun genel mantığına uygun olarak, bireyler-arası ilişkiler temelinde düşünür, hayatı böyle düzenlemekten yanadır. Arada kurum falan (örneğin, “sendika”!) istemezler.
Modern anlayış ise kalabalıklaşmış ve alabildiğine karmaşıklaşmış toplumun ürettiği, ortaya çıkardığı bir sistem ve bir sistematiktir. Bu karmaşıklık içinde kurumlara, ilişkilere tanım getirir ve bir dizi standart oluşturmaya çalışır. Böyle olunca, ilişkilere “kişisel” ilişkiler olarak bakamaz. Bir fabrikada ilişkiler Ahmet Bey’le işçi Hasan, Hüseyin, Ali, Veli arasındaki ilişkiler değildir. Bunlar, öteki fabrikadaki Mehmet Bey’le işçi Ahmet, Mehmet ve Süleyman ilişkilerinden farklı olamaz. “Anonim” ilişkilerdir. Kişilerin kişiliğine, keyfine bağlı değildir.
AKP’nin dayandığı sınıf da, kendisi de, bu “anonim” ilişkiler ağından hoşlanmıyor. Çünkü kendi bağlı olduğu ideoloji modern öncesi bir ideoloji ve “modern”le bağdaşmıyor. Bu, aslında, çıkara bağlı bir “bağdaşmama”. Söz konusu sermaye kesimi modern dünyanın bir yığın kurumuyla, olgusuyla uyum içinde, içli dışlı. Tadı çıkarılacak bir şey varsa, tadını sonuna kadar çıkarıyor. Ama serveti üstünde böyle düzenleyici, anonim ilişkilere, kurallara saygısı yok. Onları kendisi için tehditkâr buluyor.
Sendika dünya yüzeyinde güç kaybeden bir kurum demiştik. O genel etkenlere Türkiye’de bu saydığım yan etkenler de ekleniyor (12 Eylül’ün emek düşmanı tedbirleri v.b. de söz konusu). Dolayısıyla ortaya % 11 sendikalı işçi gibi evlere şenlik bir manzara çıkıyor.
Geleneksel Osmanlı toplum yapısı da bu anlatılandan çok farklı değildi. Onun için, halk, yoksul kesimler, aslında onların çıkarı için kurulmuş “sendika” gibi örgütlenme biçimlerine bağlanmamışlar, onlar da geçmişin kapalı toplumunun düşünce biçimleri tarafından koşullanmışlar.
Türkiye’de bir “verme”dir gider. Bankalar “ev” verirdi. Gazeteler akla gelecek ne varsa onu verirdi. Bunlar hep sağlıksız eğilimler, çünkü uzun vadede bakıldığında, biraz ağır bir deyimle, bir “sadaka toplumu” oluşmasına katkı sunuyorlar. Burada “veren” senyörler ve “alan” minnettar kütleler var. Bu denge üstüne kurulu bir düzen.
Tayyip Erdoğan “Türkiye AB kapısında dilenecek ülke değildir” türünde bir retorik kullanmaktan hoşlanıyor. Ama memleket içinde dilenciliğin en yaygın meslek olmasından, çok büyük sayılarda insan için (türlü işleyiş biçimleriyle) bir varoluş biçimi olmasından tedirgin olmuş bir hali yok.