Bu Yolun Kazananı Neden Yok?
Cuma Çiçek

Cizre, Sur, Ankara... Kürt meselesi bağlamında her geçen gün biraz daha kötüye gidiyoruz. Eşikler her geçen gün bir bir aşılıyor. 

Çok değil daha bir yıl önce PKK’nin silahsızlanmasını ve Kürt meselesinde barışçıl demokratik yollarla çözümünü konuşuyorduk. 2013 Newroz çağrısıyla başlayan çözüm süreci Türkiye’nin Kürtlerle ilişkisini kendi sınırlarından öteye bölgesel ölçekte yeniden düzenlemesini hedefliyordu. Bugün, bir yandan kentlere yayılmış çatışmalar, öte yandan PYD/YPG üzerinden sınır ötesine taşan yeni bir çatışma dalgasıyla karşı karşıyayız.

Önceki bir yazımda (link) bu olan bitenin 1990’lı yıllardan bu yana süregelen Kürt meselesinde hâkim olan “iç çözüm siyasetini” bir bütün olarak çökmekle karşı karşıya bıraktığını yazmıştım. Bu yazıdan bu yana birçok eşik aşıldı. Dönülmez noktaya belki daha gelmedik. Ancak Ankara saldırısı sonrası hükümetin PYD/YPG’yi adres göstermesi bu noktaya da adım adım yaklaştığımızı gösteriyor.

Barışa dair sözler duyulmaz, kıymetsiz oldu. Ancak, girdiğimiz yolun yol olmadığını hatırlamak ve hatırlatmak dışında seçeneğimiz de yok. Zira bu yolun kazananı yok, kaybedeni ise çok...

PKK’nin Çıkmaz Yolu

PKK’nin kent çatışmalarıyla, Kürt meselesinde masaya dönüş dışında yeni bir yol açma şansı yok. Üç argüman ileri sürebiliriz.

İlk olarak, örgütün kendi iç kurumsal bilgisi askerî yöntemlerle, şiddetle çözümün olmadığını söylüyor. Bu bilgiyi örgütün daha 1980’li yıllarda stratejisini anlattığı metinlerde de bulabiliriz, yakın zamanda KCK yetkilerinin silahın döneminin bittiğine dair yaptığı açıklamalarda da görebiliriz. Bunun en son örneğini Öcalan’ın 2013 Newroz çağrısı ve çözüm süreci boyunca İmralı’dan yaptığı çağrılar, açıklamalar oluşturuyor.

İkinci olarak, Irak ve Suriye deneyimlerine bakılabilir. Bu iki ülkede Kürtler hangi şartlar altında güç/zor araçları üzerinden kendi bölgelerinde territoryal bir egemenlik inşa edebildiler? Bu iki ülke deneyimi üç dinamiğin belirleyici olduğunu gösteriyor. Merkezî devlet yani Bağdat ve Şam yönetimi varoluşsal bir krizle karşı karşıya kaldı. Kürtlerden öteye ülke genelinde bir siyasal istikrarsızlık ve ayaklanma başladı. Son olarak uluslararası ülkeler doğrudan müdahil oldular.

Bu anlamda Türkiye’deki bağlamın üç dinamik açısından da farklı olduğu çok açık. Ötesi, Türkiye NATO üyesi, dünyanın 17. büyük ekonomisi, ihracat ve ithalatının %55-60’ı Batı ülkeleriyle. 


Irak’ta Kürtler 1991 yılından bu yana de facto olarak territoryal egemenliğe sahip olmalarına, 2003 Amerikan müdahalesi üzerinden 13 yıl geçmesine ve açıktan ABD’nin desteğini almalarına rağmen bugün hâlâ bağımsızlık konusunda yol alabilmiş değiller. 

Suriye’de, beş yıllık büyük bir iç savaştan sonra soruna bir çözüm bulunabilmiş değil. Yerle bir olmuş bir ülke, yüzbinlerce ölü, milyonları bulan zorunlu göç gibi büyük bir yıkım tablosuyla karşı karşıyayız. Bugün makul tüm yaklaşımlar, Suriye’de askerî bir çözümün olmadığını söylüyor. Tüm askeri mobilizasyonlarına, ABD ve Rusya’nın açık askeri desteğine rağmen Kürtlerin kantonları koruyup koruyamayacakları belirsizliğini koruyor. 


Son olarak, son altı ayda yaşanan kent çatışmaları deneyimine bakılabilir. Halkın büyük çoğunluğu kent çatışmalarını desteklemedi, PKK beklediği cevabı bulamadı. Bu konuda neoliberalizmle birlikte yaygınlaşan insanların beş on yıllık emeklerini ipotek altına alan “borç rejimi” ile iç güvenlik paketinin sonucunda yaygınlaşan “cezalandırma rejimi” sokağın de-mobilizasyonunda önemli bir etkide bulunuyor.

Bununla beraber, asıl sorunun normatif çerçeve ile siyasi çerçevede olduğunu ileri sürebiliriz. Normatif çerçeve bağlamında temel husus şu: Halkın büyük çoğunluğu başka bir yolun mümkün olduğunu düşünüyor. Parlamento, belediyeler, medya ağı, STK ağları gibi kurumsal yapılar ve araçlar varken bunca yıkıma, gündelik hayatı askıya almaya yol açan bu yol neden tercih edildi sorusu soruluyor.

Siyasi çerçeve bağlamında şu söylenebilir: Ortada siyasi amaçlarla yol, yöntem ve maliyet arasında bir uyumsuzluk söz konusu. Sokağın ortalama aklı, mevcut kent çatışmaları sonrasında İmralı ve Kandil’in belki biraz daha güçlü olarak masaya döneceğini görüyor. Bu anlamda şu meşru soruyu soruyor: Madem tekrar masaya dönülecek, başka yol yok, bu kadar yıkım niye?

Devletin Çıkmaz Yolu

Devletin de bu yolla Kürt meselesiyle baş etmesi mümkün değil. Birkaç argümanı hatırlatalım:

İlk olarak, devlet normatif olarak kazanamaz. Zira, Kürt alanında, AKP’li Kürtler de dahil, Kürtler arasında bir mutabakat var: Bu sorun bir terör ve güvenlik sorunu değil, siyasi bir sorun. Bu anlamda meseleye siyasi bir çözüm bulunmalı.

İkinci olarak, devlet stratejik olarak bu yolla mesafe alamaz. Zira cevap verilmesi zor bir soru duruyor: 1984 yılından bu yana devam eden çatışmalarda denenmeyen hangi yol ve yöntem kaldı? Bu kaçıncı “terörle mücadele” paketi?

Üçüncü olarak, bugün HDP ve DBP’nin temsil ettiği anaakım Kürt hareketinin toplumsal tabanını hatırlatmak gerekiyor. Devletin tabiriyle “terör örgütünün uzantısı HDP” altı milyon oy alıyor, bu oyun en az yarısı “kemik kitle” olarak tarif edilen bir toplumsal tabanı kapsıyor. Devlet ne yapacak bu insanlarla?

Dördüncü olarak, bu toplumsal tabana dayanan anaakım Kürt hareketi dikkate değer ölçüde kurumsal yapılara sahip. Bu konuda, parlamentoyu, üçü büyükşehir olmak üzere 11 il belediyesini ve ona yakın televizyon kanalını hatırlatmak yeterli.

Beşinci olarak, PKK’nin askeri mobilizasyon kapasitesinden bahsetmek gerekir. PKK silahlı bir halk ayaklanmasını gerçekleştiremedi. Sur’da, Cizre’de yaşananlar bunu gösteriyor. Ancak, PKK’nin asgari bir askeri mobilizasyonu sürekli kılabileceği insan kaynağı, lojistiği, tecrübesi var. Bunun en önemli göstergesi devletin son aylarda yaşanan çatışmalara dair verdiği rakamlar.

Altıncı olarak, devletin askeri başarıları, beklenenin aksine PKK’yi bitirmiyor, yeniden üretiyor. “Direniş söyleminin” PKK içinde kurumsal yeniden üretim ve büyümede etkili olduğunu gösteren doktora çalışmaları var (link). Üstelik Kürt politik kimliğinin yeniden üretiminde dağ-mezar-zindan-sürgün üzerinden üretilen “bedelin” merkezî bir yer tuttuğunu hatırlamak gerekiyor. Devlet askerî başarı elde ettikçe dağı, mezarı, zindanı ve sürgünü yeniden üretiyor. Yani PKK’yi yeniden üretiyor, hem de büyüterek.

Yedinci olarak, PKK’den ve anaakım Kürt hareketinden bağımsız olarak en az 15 milyona sahip Kürt nüfusundan bahsetmek gerekiyor. Bu nüfusun en az yarısı Cumhuriyet projesine onay vermiyor. Farklı bir toplumsal tahayyülleri var. Ulus, millet, halk gibi farklı kavramlar kullansa da Kürtlüğü, Araplıkla, Farslıkla, Türklükle, Almanlıkla eşdeğer bir kategori olarak görüyor ve eşitlik talebinde bulunuyor. Devlet, öldürdüğü gençlerin anne-babalarıyla, kardeşleriyle nasıl barışacak?

Son olarak, coğrafi dinamiği hatırlamak gerekiyor. Kürtler, Türkiye coğrafyasının yaklaşık %15’lik bir bölümünde bütünleşik bir coğrafyada çoğunluğu oluşturuyor. Bu bölgenin üç tarafında kardeşleri yaşıyor. İran’da Kürdistan eyaleti, Irak’ta Kürdistan Bölgesel Hükümeti, Suriye’de Kürt kantonları var. Kürt meselesinin jeopolitik denklemi çoktan değişti. Ve en önemlisi Kürtler arası çok aktörlü, çok sektörlü sınırötesi işbirlikleri geçmişle kıyaslanmayacak düzeyde artmış durumda.

Başka bir yol bulmak zorundayız. Bu hâlâ mümkün.