Hüzün
Derviş Aydın Akkoç

Melankolinin iki sokak ötesinde oturur. Bağırsa sesi gider oraya, ama bağırmaz. Çoğun dingindir ikametgâhında: hüzün. Elbette hep eksiktir ikametgâh denilen yeri de: çanak çömlekten yana öksüz, badanadan yana boynu büküktür, geleni gideni de azdır zaten, onu yapan biraz da eksiklikleridir, belli belirsiz sever onları… Bağırmaması güçsüzlüğünden değil ama. Neye yarar ki bağırmak, neyi değiştirir: Beyhudeliğin ön-bilgisine deneyimle vakıf olmuştur sanki. Bağırmaktansa durup uzaklara bakar. Kimi susar. Ya da kalkıp bir iki adım yürür. Mezarlıklarda değil de, lunaparklarda gezer; iddiasız ve kayıtsız, geride herhangi bir iz bırakmadan. Göz ucuyla bakar atlıkarıncalara, fazla dayanamaz, yarım bırakır, abartıyı sevmez. Çıkıp bir çay bahçesine gider. Gazete okur. Adlar görür, garipser. Fotoğraflar görür, garipser. Akşamı bekler. Yol üstünde ekmek arası bir şeyler atıştırır, şatafatlı lokantalara tamah etmez, zira her durumda bilir: “değmez bu yangın yeri avuç açmaya değmez.”

***
Kuşları vardır, bakışlarından dünyaya salar; havalanırlar uçurtmalar gibi, gelip konarlar sonra gözlerinin hanesine yeniden, biraz yorgun, ürkek: akşamın alacasındaki titrek bakışlarında güvercinlerin kırmızı ayakları. Kıpırdarlar. Kim bilir nereden, hangi uzak bulanık kentlerden gelmiştir bu kırmızı hafif ayaklar... Derken sessizce çekilir aradan hüznün kızıl kuşları: nöbetçi eczanelerin vitrinlerine, taksi duraklarına, parti programlarına, anayasanın tartışılmaz maddelerine, tahsil yıllarına ve risk hesaplarına çarpa saçıla hüznün kişneyen atları gelir; bir adlandırılamaz karanlığı taşıyarak terli sıcak burun kanatlarında: “Ben de bu dünyaya geldim geleli...” Demek vaktidir artık, iki tek atar, iki tek, iki tek daha... Sermest olur alkol kalkışmalarından, ama hislerin mahcup beyefendisidir, kimseye sataşmadan, kızmadan, yalpalayan adımlarla evine döner... 

***
Evi: Genelde adressiz, bazı da adreslidir. Arasan bulamazsın. Adresini yeni değiştirmiştir de ondan. Bu vakitsiz adres değişikliğini de bildirmemiştir Nüfus Dairesi’ne, yine ceza alır. “Sıradan” suçlardan ötürü hep cezalıdır, ama son anına kadar ödemez borcunu, habire faiz biner, binsin; ne de olsa üç beş kuruş geçicince eline, bir ara ödeyecektir. Duyguların en borçlusu aslında, ama ağa paşa zannedilir, oysa “cep delik cepken delik”tir. Kimseden değil, yalnızca neşeden bir miktar alacağı vardır, ondan da geçmiştir, alsa da olur, almasa da: “Nam-ı nişane kalmadı faslı bahardan...”   

***
Melankolinin sokağına pek uğramaz, esasında yastan da çok hoşlanmaz, çekindiğinden, yadırgadığından değil, acılara yüklenmiş aşırı anlamlardan haz etmez. Suçları gibi acıları da kayda değer olmayan sıradan acılardır. Hem toplamak istediği son şey, ilgidir. Türlü kaynaklardan neşet eden parıltılı öfkelerin, yüceleştirilmiş sevgilerin, herhangi bir ideale ayarlanmış tutkuların yanında silik kalır elbette. Siliktir ama bu durum mağrurluğuna halel getirmez, her koşulda fiyakalı ve yakışıklıdır. Belki eskidir ama, gömleği daima ütülü, ceketi de terzi elinden çıkmadır… Dünyanın hengamesinde bazen anlar gibi olur başına gelen ve gelmeyen şeyleri, fakat dillendiremez usulünce, nedenleri sezer ama: “Hep bu boyu devrilesi bozuk düzen / Bu darağacı suratlı toplum.” 

***
Hüzün. Bozuk düzenden o da yaka silker. Taş duvarlar, fabrika görüntüleri, şirket binaları sinirine dokunur. Olmasalar. Ama vardırlar. Bir şeyleri bekliyordur da, ismini koyamıyordur sanki. Böylesi anlarda yalnızlığı vurur şakaklarına. Dişlerini gıcırdatır. Umudun ülkesine mektuplar atar. Bekler...