Gülmek, gülümsemek, sırıtmak, kahkaha atmak, kikirdemek. Mizah, karikatür, komedi, hiciv. Akbaba, Gırgır, Leman, Penguen. Nefi, Eşref ve Neyzen – hatta Can Yücel. Aristofanes, Rabelais, Swift, Brecht – hatta Beckett. Gülmenin muhalif, hatta özgürleştirici etkinliğine dair sayısız iddiaya maruz kalmışızdır şu son iki yüz yıllık hayatımızda. Şakadan anlamayan kişiler dünyanın çeşitli yerlerinde belki iki bin küsur yıldır küçümseniyordur ama Aydınlanma-sonrası zamanlarda olgun insanı tanımlayan bir özellik olarak tescil edilir mizah ve gülebilme yeteneği. Fıkra anlatamadığımız ya da o fıkrayı iyi anlatamadığımız için kendimizi eksik hissederiz artık. Hayır, hissetmeyiz, düpedüz eksiğizdir. Bir köşede surat asarak oturan kişi, daha önceki hayatında ne tür zaferler kazanmış olursa olsun, beş on dakikadan sonra çevresinin tenhalaşmış olduğunu görür. TV’den hatırlıyorum, bir Cannes veya Altın Ayı filan gecesinde, Michael Haneke bile bazı espriler yapma durumunda kalmıştı.
Cem Yılmaz’ın veya Jerry Lewis’in komedilerinde, hatta (ya da bilhassa) Şahan Gökbakar’ın filmlerinde, muhakkak ki hepimiz için özgürleştirici, ya da daha geniş bir kavramla “serbestleştirici” bir etkinlik vardır, bazı barajlar açılır, tabu ve sansür askıya alınır, kikirdemeye, en azından “dolu dolu” gülmeye başlarız. Kanalizasyon girer, her şey kendi adıyla çağrılır. Bütün bir alt taraf mizahı: kolon, gaz, başka yere fışkıran heves. Ama belki en iyi Freud’un gördüğü gibi, aralanan kapaktan içeri çaresiz bir yılan balığı gibi her türlü mendeburluk da dalıyordur. Aristofanes’in tekniği, büyük alçaklıkla iyi geçinmenin kolaylaştırıcısı haline gelir. Dolu dolu güleriz.
Yanlış hatırlamıyorsam birkaç yıl önce Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri arasında yapılan bir soruşturmada en sevilen köşe yazarı seçilen Ahmet Hakan da o gümrükten Celal Şengör’ü geçiriyor sevginin, sevilmenin dünyasına. Mazbutluğun evrenine. “Celal Şengör’e Bakışım” başlıklı bir değinisinde (28 Kasım 2017, Hürriyet) niçin tatlı bulduğunu okuyalım: “Muzip bir oğlan çocuğu olarak görüyorum onu. Kenan Evren’i övüşünü çılgınlığına bağlıyorum. Monarşi istemesini kahkahalarla gülerek karşılıyorum.” Komiklik kapısından içeri alınacaktır dışkı profesörü. Şunları da yazıyor Ahmet Hakan, “tam orada olmadığını” hissettirmek (kime?) için belki: “Kendisiyle uçuk kaçık fikirler yarışmasına girişmek ve zafer kazanmak istiyorum. Onu konuşturacak zıt fikirler ortaya atıp öfkesini kahkahalarla karşılamak istiyorum.”
Ben seyrettiğim kadarıyla Ahmet Hakan’ın herhangi bir konuşmacının önceden planlanmamış, provası yapılmamış bir “kahkahasını” kışkırttığını, davet ettiğini görmedim. Onun zaten hükümet tarafından onaylanmış olmayan bir “zıt” fikrini de işitmedim. Görevlendirilme buna izin vermiyor. Ama bu önemsiz. Dışkı hocası daha iyiydi, çünkü en azından maddeye kendi adıyla hitap ediyordu: boksa boktur ve iyidir, yenir, Birinci Dünya Savaşı yıllarında zavallı Hırvatlar at ve insan dışkısındaki atık tahıllardan “kanyak” üretmişlerdir, yaa, siz bunu biliyor musunuz. Adam hiç değilse skandala teşnedir, papyonuyla —öbür çocuksa onu normalliğin, nezahatin dünyasına almak istiyor. Sanki kendisi oradaymış gibi. Hiç yüzü kızarmadan, neşeyle, bol mizahla. (İlber, daha ne söyleyeyim sana. Fikret Adanır ne söylesin sana. Seni İsenbike paklar. Veya Yurdusev.)
İşte böyle biz de kızgınlığı o aralıktan içeri salar ve sonra da sırıtarak birbirimize bakarız. Şakanın, nüktenin, mizahın bildiğim en iyi tanımlarından biri de 1945 yılındaki Yalta Konferansı’nda üretilmiştir. Churchill, o zamanki Britanya lideri, “Halkların Babası” Stalin’i yanına çekiyor ve bir fıkra anlatmaya (belki dışkılı) kalkışıyor: “Buna gerek yok,” diyor Cozef Efendi, “Biz zaten anlaşıyoruz. Mesele şurada uyuklayan felçli adamı ikna edebilmek.” Roosevelt uykusuna ve Churchill de içkisine devam ediyor. Öbürünü bilmiyorum. Ama tam o sırada SSCB Dışişleri Bakanı Vyeçeslav Molotov’un müzisyen (soprano?) karısı, Yahudi kökenli olduğu için Moskova’da göz hapsine alınmaktaydı. Sonra içeri de alındı ve orada öldü. Molotov bir büyük “Partili” olarak hiç ses çıkarmadı. Anılarında da bu gürül gürül mizahın farkında olup olmadığına dair bir kayıt yok.
Şüphesiz mizah ilericidir, somurtuk devletlere, bakanlıklara dil çıkarırız, çıkarabilirsek. Ama ya o devlet, o bakanlık size alt tarafıyla ve katıla katıla gülmekteyse? Ya da düpedüz söyleyelim: kapitalizmin kendisi, herhangi bir Moliere’e, Neyzen’e fırsat bırakmayacak kadar komik ve anarşikse? İşte o zaman bildiklerimizi üç gün, dört gün arayla tekrarlamaya başlıyoruz. Ne gülüyoruz, ne de başkalarının bize güldüğünü farketmek istiyoruz. Bizim adımız “Türkiye solu”. Ya da süregiden konuşkan “Haziran”. – Bunu bence Freud da anlayamazdı.
Çocukluk yıllarının bir kısmını annesinin memleketi Korsika’da, toprak ağası dedesinin yanında günlük güneşlik geçirmiş olan Theodor Wiesengrund Adorno da şöyle bir şey söylemişti, sırtlanlara, kahkahalı kardeşlerimize dair: “Trende giderken karşı koltukta oturan esmer görünüşlü adama ilişkin ilk espriye katıldınızsa eğer, gülümsedinizse, etrafla iyi geçindinizse, o zaman namussuzluk yönünde rehbere ihtiyaç duymayacağınız bir yola girmişsinizdir, o yol ne kadar dolambaçlı olsa da.” Bilmem ki Freud ne der. Ya da bilseydi Neyzen.