Kahve ile Kapuçino: Sungur Savran’a Bir Cevap
Orhan Koçak

Siyer” sözcüğünün anlamını bilen kaç tane genç solcu var diyor Sungur Savran, benim burada kendisine yönelttiğim kısa eleştiriye verdiği uzun cevapta. Galilee’nin bizim söyleyişimizde Celile olduğunu, Bethlehem’e Beytüllahim demeyi beceremediğimizi ve bu gidişle yakında Kudüs’e de Jerusalem demeye başlayacağımızdan korktuğunu belirtiyor. Yeterince yerli değiliz, böylece kültür emperyalizmine karşı savunmasız kalıyoruz. Şüphesiz bir eksikliktir, yayıncılık hayatımda bana gelen çevirilerde de elimden geldiğince yerlileştirmeye (?) çalıştım, Gaza’yı Gazze’ye, Ramallah’ı Ramallah’a, Petersburg’u (boş çaba) Leningrad’a. Ama bildiğim kadarıyla Jerusalem (ya da İbrancadaki telaffuzu, Yeruşalim) “Kudüs” sözcüğünden epeyce daha eski bir adlandırmaydı. Bunu kabul etmekle İsrail kolonyalizmine teslim mi olmuş oluyoruz? Bir de şu var, yerlilik eksikliği Savran’a göre internet kullanım becerisiyle telafi edilebilecek bir şey midir? Çünkü Google’dan da öğrenebiliyoruz siyer’in ne demek olduğunu, siyer-i nebi diye bir şey de olduğunu, ya da Kudüs’teki rakip kutsallık noktalarının coğrafi dağılımlarını… 

Savran lütfedip cevap vermiş: İyi ki şimdi sosyalist hareketin içinde değil, diyor benim için, yoksa bu fikirleriyle sadece bir “Monşer örgütü” içinde bulurdu kendini. Hariciyecileri kastediyor olmalı – ama şu kılıksızlığımla beni alırlar mıydı bilemem. Öte yandan, adabı muaşeretten benim kadar bile nasiplenmemiş kişilerin oraya buraya büyükelçi gönderildiklerini seyredince, hani acaba diyorum, İsfahan, Kerala, Londra… Yeri gelmişken Savran’a şunu da söylemek isterim: “antikomünizm fabrikası” olarak nitelediği bu sayfada bizim diplomatik cemaatimizle ve onun uzantısı olan “dış politika yazarlarıyla” ilgili de bazı notlarım çıkmıştı, “Jeopolitik Aklın Çelişkileri” başlığıyla, çok sıkılmayacaksa bir bakmasını rica ederim. (Yapar herhalde, çok eski arkadaşımdır.)

Beni şaşırtan şu oldu, Savran’ın polemik yöntemi: Lenin’in bütün enternasyonalizmiyle birlikte aslında ne kadar da derinlemesine ulusal olduğunu belirten bir pasajla giriyor, bunu ben yazmadım diyor, ama kimin yazdığını ancak yazının sonunda açıklayacağını belirtiyor. Böylece yazının sonuna geldiğimizde Lenin’in derinlemesine ulusallığını kutsayan yazarın “Trotskiy”den başkası olmadığını bir anda öğreniyoruz… Çok mu genç Savran, şunu mu bekliyor benden, bizden: O alıntıyı okuyunca şey diyeceğiz enayice, “işte bir milliyetçi Lenin yorumu daha, bunu ancak Stalin yazmış veya yazdırmış olabilir” – ama sonunda bir de görüyoruz ki bunlar “Trotskiy”in cümleleridir, 1920 yılında Lenin’in ellinci yaş günü için yazılmıştır. Böylece mahcup oluyoruz, bir anda hevesimiz kursağımızda kalıyor, kendi monşerliğimizden utanıyoruz. Çok genç olmak lazım, muhatabınızın böyle bir “sürpirize” yakalanabileceğini sanmak için. Savran’ın sosyalist hareket deneyimine (kırk küsur yıl!) sahip insanların şunu da çoktan öğrenmiş olması gerekir: her “alıntının” karşısına, onu çelen, hiç değilse askıda bırakan başka cümlelerin çıkarılabildiği bir hareket olmuştur bu. Öte yandan, her alıntının aynı değerde (aynı hükümsüzlükte) olduğunu varsayan bir rölativizme de razı olamayız – bazı cümleler daha değerli, daha yüklü, daha kesici. Ben de bu iletinin sonuna doğru sürprizsiz bir şekilde bazı başka cümleler sunacağım, kimden olacağını söylemeye gerek yok. 

Ama “esasa” gelmeden önce birkaç şey daha söyleme ihtiyacını hissediyorum. Birincisi üslup konusu. Savran benim yazı tarzımla eğleniyor, hakkı var, grameri bilmediğim de söylendi bana. Ama edebi yetersizliğimi hissetmekle birlikte çok da üzülemiyorum: “karşı tarafı” cevap vermeye zorlamışsa benim cılız cümleler de vazifelerini yapmış demektir, öyle değil mi (küfür de savurmamışsam). Buna karşılık Savran’ın bugün bile sosyalist hareketin çok eski, çok köhnemiş bir konuşma tarzına (“anti-komünizm fabrikası”) bağlı kalması şaşırtıyor beni. Bu üslup (ki Marx’ın Proudhon ve Lasalle’a karşı polemiklerinden başlayıp maalesef Lüksemburg’un Bebel ve Kautsky’yle kavgalarına kadar hatırlıyoruz – demek şerefli bir geçmişi de var) tartışmayı açmak, ilerletmek üzere değil, kapatmak, uyuşturmak üzere geliştirilmiştir. Korkarım, bir hak edilmemiş hakimiyet söylemidir bu, karşı tarafı susturmak, “pıstırmak” ve böylece güreşmeksizin üste çıkmak üzere seferber edilmiş. Dünya işçi hareketinin yaptığı iyi ne varsa, belki bu üslubun içinden, ama bu üsluba rağmen yapılmıştır. Üstelik Savran’ın böyle bir niyeti olmadığını, tam tersine tartışmayı genişletmek istediğini de seziyoruz (en azından öyle diyor, keşke tartışabilsek diyor, keşke cevap alabilsem).

Genç dedim, acelecilik demektir bu. Benim o konuda (“Enternasyonalizm ile Kozmopolitizm”) burada çıkan önceki iletilerime hiç bakma gereği duymadan heyecanla “kaleme sarılmış”. Şüphesiz okumak zorunda değil, vakti de olmayabilir. Ama okumuş olsaydı şunu en iyi sezecek zihinlerden biri olduğunu sanıyorum: o ileti dizisinin en başında da söylemeye çalıştığım gibi, iki kavramı, iki terimi (enternasyonalizm ve kozmopolitizm) birbirini “taciz” ettirerek karşılıklı yetersizlik ve (kullanılmamış) imkânlarını ortaya sermeye zorladım. İyi yapamamış olabilirim, hiç yapamamış olabilirim, yapmaya çalıştığım buydu. – Ama burada “monşer” meselesine geliyoruz ve iş ciddileşiyor.

***

Savran bu yerlilik (ama millilik değil) konusunda şöyle bir ayrım yapıyor: halkın duyarlılıklarıyla onların mecburen razı oldukları siyasal davranış arasında bir fark gözetelim. İkincisinde anti-siyonizm bu hükümet seçmenlerinde olduğu gibi anti-semitizme kayıyor olabilir – ama halkın kendisinde kirlenmemiş bir anti-siyonizm de vardır, sadece İsrail devletinin gaddar kolonyalizmine karşı bir duyarlık: Yahudi düşmanlığı değildir bu. Bilmiyorum. Bunu herhalde en iyi Savran’ın kendisi bilecektir, “sahada” aktif bir devrimci sosyalist militan ve lider olarak. Demek şunu da görmüş olması gerekir: bu iki had arasında genişçe bir belirsizlik bölgesi vardır, bir gri alan, ibrenin sürekli oynadığı, siyahla beyazın boyuna birbirine karıştığı. Orada çeşitli garabetlerle karşılaşmamış mıdır Savran? Ben gördüm: genç birine (üstelik o sırada bir “eylemden” gelmişti) Türkiye’deki sermaye birikiminde etnik gaspın ve 1915’in bazı koca koca Marksist ekonomi politikçiler tarafından niçin hiç konu edilmediğini soruyordum: “olur öyle,” dedi, “iktidar değişmelerinde birtakım servet transferleri de hep olur.” Hep. Bu genç insan “Trotskiy”i biliyordu, Troçkist olup olmadığını ben bilemedim. Ve şunu öne sürmekteydi: Kürt sorunu çevresinde koparılan gürültü, bu “coğrafyanın” asıl önemli sorunu olan Filistin meselesinin bastırılmasına hizmet ediyor. Ne çare ki, ben bu itirazı o kadar genç olmayan, bu işe nerdeyse bizimle aynı tarihte başlamış insanlardan da işittim. Berikinin babası yaşındaydı, belki de biyolojik babası. 

Ama Savran başka bir galaksiden gelmiş değildir, bazı çirkin gerçekleri bilmiyor olamaz: Yalçın Küçük de Soner Yalçın da “bu topraklarda” yetişti, Türk veya Türkiye solunun habitus’unda üreme fırsatı buldu. Belki kendisi dikkat etmemiştir ama, şimdi polemiğe girdiği insanların bazıları da bundan bir 10-20 yıl önce Türk Metal adlı milliyetçi sendikanın sponsorluğunda çıkan “Avrasya” filan adlı dergilerde yazı yayınlamaktan mahcubiyet duymuyorlardı. Nihayetinde, rahmetli Hrant Dink, ölümünden önce yazı yazdığı solcu gazeteden bu türden yerli duyarlıklar nedeniyle ayrılmak zorunda kalmadı mı? Ermeni meselesine “fazla” odaklanmış olması, gazetenin derin tabanında bazı duyarlıkların tedirgin olmasına yol açmıştı. (O gazete artık okur mektubu yayınlamıyor, ama arşivde var.)   

Savran diyor ki halkın duyarlığını mecburen razı oldukları siyasi çizgiden (AKP) ayırt edelim: Kudüs’e Yerüşalim dersek onlarla asla bağ kuramayız, ayrıca siyer’i de bilsek fena olmaz. Muhakkak. On iki imam Şiiliğine dair bir ansiklopedik bilgimiz de olsa işe yaramaz mı, mesela o daha önceki on bir imamın adları, ya da on ikincisinin, gaybubete geçmiş olanın? Bu ülkenin en köklü ve en “yerli” muhalefetinin de alevilerden geldiği düşünülürse? Siyer tamam, ama “pak” (ya da “pur”) sözcüğünün göndergelerinin, çağrışımlarının da “biliniyor” olması gerekmez mi? Büyük kısmı yazıya geçmeden birikmiş olan bu bilgiyle, Google’a sürekli başvursak bile, nasıl başa çıkacağız? Cuma çıkışlarında, şehit cenazelerinde karşı tarafla rekabete girişerek mi?

***

Troçki, 1931, Alman Komünist Partisinin (KPD) artık bir davranış, bir alışkanlık haline gelmiş taktiğini eleştiriyor: 

“[KPD lideri] Thaelmann’ın konuşmasındaki ‘halk’ devrimiyle ilgili sözlere dikkatimi çektiğiniz için teşekkür ederim […] Bütün büyük devrimler, ulusun bütün canlı ve yaratıcı sınıfın çevresinde birleştirdikleri ve ulusu yeni bir çekirdeğin çevresinde yeniden kurdukları için ve sadece bu anlamda birer halk devrimi ya da ulusal devrimdirler; bunu anlarız. Ama bir slogan değildir; devrimin sosyolojik bir tasviridir ve üstelik daha kesin ve somut bir tanımlama gerektirmektedir. Bir slogan olarak anlamsızdır, şarlatanlıktır, işçilerin kafasını bulandırmak pahasına faşistlerle piyasa rekabetine girmektir.” 

Ve devamında daha açık olarak: 

“Bu zavallı devrimciler, herhangi bir ciddi düşmanla çatışınca, ilk önce onu nasıl taklit edeceklerini, nasıl onun kılığına gireceklerini ve kitleleri devrimci mücadele yoluyla değil de kurnaz bir oyunla nasıl kazanacaklarını düşünmeye başlarlar.” 

Bu türden alıntılar çoğaltılabilir. Başka bir yerde de şöyle diyor: 

“Mesele, Stalinist bürokrasinin, faşizmin paletinden birtakım renkler ödünç alır ve onu vatanperverlik müzayedesinde alt etmeye çabalarken, faşizme gittikçe daha fazla onun kendi silahlarıyla karşı koymaya uğraşmasıdır.”[1]  

Şimdi, Troçki, karşı tarafın arsenalinden alınmış silahlarla mücadele yürütmeye çalışanların sonunda onlara mağlup olacağını (Almanya’da bu satırların yazılışından 18 ay sonra olacağı gibi), çünkü kitlelerin “aslı varken niçin kopyasına razı olalım” gibi makul bir mülahazayla hareket edeceklerini belirtmekteydi.[2] Ötesine ya dili varmıyor, ya da dikkat etmiyordu: “taklit”, “piyasa rekabeti”, solun içinden gelen bir yönelişi o sağ yükselişin asıl hasatçısı haline getirdi. Mussolini en bilinen örnek (Troçki İtalyan faşizmiyle ilgili çok düşünmemiş gibi görünür). Ama eski Türk solu içinden gelen bir akım, Aydınlıkçılar, fazla da kıpırdanmaya ihtiyaç duymadan bizim gözümüzün önünde şu rejimin bayraktarı haline geldiler. – AKP’nin “anti-emperyalizminin” yalan dolan olduğunu göstermeye çalışmak şüphesiz meşru ve zorunlu bir mücadele çizgisidir, ama orada mı kalınmalı? Üsler kapatılsın, NATO’dan çıkılsın, evet – ama Suriye’de şu gün boğazlanmak istenen Rojava’nın görünürde tek destekçisinin ABD olması, bizi o konuda sus pus olmaya mı itmeli, “anti-emperyalizm” mülahazasıyla?

***

Yerlilik-millilik değilse bile. Google’dan mı edineceğiz bu hasleti? Hepimiz burada yaşıyoruz, başkaları da burada. Muharrem ve aşure hakkında ansiklopedik bilgi belki bir grev çadırında bize anlık bir “açılım” fırsatı sağlayabilir (kendimizi iki-üç dakka içinde rezil etmezsek eğer). Ama bu kadar mı enstrümantal, bu kadar mı araçsallaşmış olmalı, “halk duyarlığıyla” ilişkimiz? “Yerli malzemeye” bir antropolog (Batılı veya Ankaralı) özeniyle mi yaklaşmalıyız hep, bir bilgi ve strateji nesnesi olarak? Eğer böyle değilse, Lenin’in ellinci yaş günü için Troçki’nin söylediği sözleri de bir kere daha düşünmemiz gerekmez mi? Derinlemesine ulusaldı, diyor. Ama şunu düşünelim: Başarılmış bir devrimin ve başarılmakta olan bir savaşın içinden söylenmiş bir söz bu: Devrim başarılı olduğu için şimdi Lenin bütün bir Rusya tarihinin kaderini kendi kişiliğinde temsil ediyor, özetliyor. Başarısız kalınsaydı o da tıpkı o sözleri söyleyen kişinin kendisi gibi bir tarihsel dipnot olarak kalacaktı. Kader? Derinlik? Ulusallık? Yerlilik? (Bence Harp ve Sulh’ün son iki eklentisine, oradaki “tarih felsefesine” bir de bu gözle bakalım. Her şeyin bir anlamı var, ama ancak en sonunda, diyor gibidir Tolstoy: yaşanırken çerçöptü, ancak sonradan kazandı anlamlılığını, derinliğini, ulusallığını – şurada, şu yaş günü töreninde, Kasım 1917’den üç yıl sonra).

Ama “monşer”. Sungur Savran’ın Merih’ten gelmediğini biliyorum ve dolasıyla şunu da varsayıyorum: Bu topraklarda bu laf hariciye teşkilatını vurmak için İslamcılar/milliyetçiler/yerlici ve milliciler tarafından kullanılmış ve şimdiki rejimin o teşkilatı ele geçirmesinde de önemli bir ideolojik silah olmuştur ve Savran da bundan büsbütün habersiz değildir. Bu terminolojiye bizim ihtiyacımız yok bence. Ama şuna ihtiyacımız var, şunu anlamaya: bu görünürdeki çatışma, yerlilerle “ecnebiler” arasındaki bu seksen yıldır acı tatlı devam eden ve iki tarafa da ciddi zarar vermeden cereyan eden hırgür, bunca yıl tarafeynin ikisinin de bu işten nasıl kârlı çıktığını biz “safdillerin” gözlerinden saklamaya hizmet etmiştir.

Bence uzak duralım, ister kapuçinomuzu (?) içerken, ister kahvemizi höpürdetirken.



[1] Bu alıntıların hepsi şu kitaptan: Leon Troçki, Faşizme Karşı Mücadele, İstanbul: Köz Yayınları, 1977.

[2] Üstelik Komünistlerin işsizliği azaltacağını da bilmiyoruz, demiş olmalılar, faşistler gibi Krupp’tan, Thyssen’den taahhüt almıyorlar ki.