Birkaç arkadaşla yaz sonu tatiline çıkmıştık. Akşamın birinde bir konuya gelip takıldık: bizim kuşağın iyice yaşlandığı şu yıllarda, dünya iyiye mi gidiyor, kötüye mi? Hiçbirimiz, güvenle, “iyiye gidiyor” diyemedik. Aramızdan pek “iyimser” çıkmadı da, “az kötümserler” ile “çok kötümserler” olarak ayrıştık.
Şimdi, kadim âdettir: insanlar yaşlandıkça dünyanın bozulduğuna inanırlar. Sahiden bozulmuş mudur? Yukarıdaki kategoriden “az kötümserler” sınıfına giriyorum ben. Belki onun uzantısı olarak, “sahiden bozulduğu”na inanmıyorum. Ama hayat değişiyor, dünyada yenilikler oluyor. Yaşlanan kişi ise başka koşullarda, başka bir atmosferde doğup büyümüş, o atmosferin değerlerine göre yetişmiş. İleri yaşında, bunlardan bazılarının kaybolduğunu görüyor; bir de, kendisinin tanımadığı birtakım yeni âdetlerin yayıldığını gözlemliyor. Bunların ikisine de, ayrı ayrı sinirleniyor. Genel durumu, “dünya bozuldu” diyerek açıklıyor, kendisi için anlaşılır hale getiriyor.
Peki, birlikte tatile çıkmış bizler de bu anlattığım “huysuz ihtiyarlar”dan mıydık? Bir hareket yapınca belimize ağrı girdiği için mi “dünya bozuldu” diyorduk? Böyle olduğunu sanmıyorum. Dünyada gerçekten birçok şey kötüye gidiyor ve biz de bunu her Allah’ın günü seyrediyoruz.
Biliyorum, tabii biliyorum: “huysuz ihtiyarlar” dediklerim, bizden öncekiler, hepsi şikâyetlerinin gerçek ve haklı temellere dayandığına inanıyorlardı. Umarım bizim kuşağın endişeleri de onlarınkiler kadar nesneldir; ama öyle olduğunu sanmıyorum.
Bizim bu ülkedeki yakınmalar genellikle gençlerin yaşlılara yeteri kadar saygı göstermediği gibi konularda yoğunlaşmıştır. Bu, bence, başlı başına bir iyileşme, çünkü “saygı” diye beklenen adamakıllı abartılı, kişiliğin gelişmesini engelleyici bir şey.
Bir “Kıyamet” nosyonu hep olagelmiştir. “Dünyanın sonu”... Bu inancın ağırlığını giderici Mehdi, Mesih hikâyeleri de vardır. Ama Kıyamet Yecüc’le Mecüc’ün görünmesi gibi “olay”larla bağlantılı anlatılır; kutuplardaki buzulların erimesi ya da ozon tabakasının seyrelmesi gibi olgularla değil.
İşin kötüsü, buzulların erimesini ya da ozon tabakasının delinmesini engellemek üzere yeryüzünde belirecek bir Mehdi de yok. Bunları önleyecek olan gene biz insanlarız. Ama biz insanlar bunları önleyecek şeyler yapmakta mıyız?
“Biz insanlar” arasında epey yekûn tutan Amerika adlı ülkede insanlar Donald Trump adında bir adamı Başkan seçiyorlar. Bu Donald Trump da, iklim değişmesinin, küresel ısınmanın uydurma şeyler olduğunu söylüyor ve andığım olaylara yol açtığı söylenen (bilim adamları tarafından söylenen) eylemlere hız veriyor. Paris Anlaşması’nı reddediyor!
Trump ve Amerika boyları bosları gereği zarar verince çok zarar veriyorlar ama zarar veren bir tek onlar yok. Herkes “kalkınma”, “büyüme” gibi kutsallaştırılmış kılıf-kavramlar çerçevesinde harıl harıl benzer şeyler yapmakta. Bu arada Türkiye de doğaya zarar vermekte (Hes’leriyle, “imar planları”yla, örneğin Okluk Koyu’nda Cumhurbaşkanı Sarayı gibi “proje”leriyle) gitgide artan bir ivme kazanmış durumda.
Gelgelelim, “dünya iyiye mi gidiyor, kötüye mi?” sorusuna karamsar cevap vermenin tek nedeni değil doğanın tahribatı. Bu başlı başına çok büyük bir kaygı vesilesi; günden güne yaklaşıyor ve kendini hissettiriyor. Ama dünyada politikanın gidişi de insanın yüzünü güldürecek bir manzara göstermekten uzak. Demin Trump’a ekolojik bağlamda değindim. Ne var ki Trump’ın tek kusuru ekolojik vurdumduymazlığı değil. Siyasi bir âfet olarak sonsuz marifetleri var.
Ve burada da yalnız değil. “Seçilmiş diktatörler” çağını yaşamaktayız. Klasik liberal demokrasinin kurduğu, çağlar boyunca yerleştirdiği kurumları, örneğin evrensel seçim kurumunu kullanarak iktidar organlarını ele geçiriyor ve sonra bu organları liberal demokrasiyi dünyadan silmek üzere seferber ediyorlar. Bunu Orban yapıyor, Erdoğan yapıyor, Netanyahu yapıyor. Ama bunu yapan onları da Macaristan, Türkiye ve İsrail halkları seçiyor – bilmem kaçıncı kere. Ve daha bilmem kaç ülkede bu anlattığım şeyin benzerleri yapılıyor.
Bu da, Türkçe’nin “alan memnun, satan memnun” deyimine uygun bir durum. Öyleyse yapacak bir şey de yok.
Amma velâkin, “siyaset” dediğimiz şey, “demokrasi”, “yönetişim”, “alan” ile “satan”dan ibaret değil. Her zaman “memnun olmayan” bir kesim de var. Sözkonusu diktatörler onların varlığından –doğal olarak– hoşnut değil. Çünkü onlar, “oy çokluğu’nun “toplumun iradesi” olmadığını anlamıyor, anlamak istemiyorlar. Belirli bir “seçim sistemi”ne göre (bizde olduğu gibi) yüzde otuzlarda oy almak bir partiyi iktidar yapmaya yetebilir. Ama o yüzde otuzu almış iktidarın toplumun yüzde yüzüymüş gibi davranma hakkı yoktur. Aslında yüzde birin savunduğu bir insanî demokratik ilkeyi de çiğnemeye hakkı yoktur. Ama bunu anlatmanın ve kabul ettirmenin imkânı yok – dünyanın büyük kısmını yönetmekte olan siyasî önderlere.
Yani, dünya tarihinin şu aşamasında, demokrasiyi genişletecek, yaygınlaştıracak yerde, kısmak ve kısıtlamakla meşgulüz. Bu yönelimin ne zaman bir duvara toslayacağı belli değil; içimizdeki “daha karamsarlar”a göre, herhangi bir zamanda bir yere toslayıp toslamayacağı da belli değil.
Bu seferlik olumsuz bulduğum yönelişleri ön plana çıkararak yazdım. Bundan sonrakinde, nelerden umudum olduğunu anlatmaya çalışayım.