Şu halde demek ki, egonun öteki ile özdeşleşme yoluyla biçimlenmesinden söz edildiği yerde, narsisizm de artık herhangi bir özneler-arası ilişkiden bağımsız, kendi başına bir durum -deyim yerindeyse “kendinde bir şey”- olmaktan ziyade bir ilişkinin içselleştirilmesi olarak anlaşılmalıdır.
Egonun kökeni ve tabiatına ilişkin Freudçu fikirler ile Lacancı imgesel -ve ayna evresi- kavramı arasındaki koşutluğun/örtüşmenin ilk gerekçesi ve dayanağı insanın erken doğumudur. İnsanın dünyaya tamamlanmamış bir halde gelmesi, -o meşhur varoluşçu ifadeyle- “fırlatılmasıdır” bu. İnsan yavrusunun mutlak bir çaresizlik ve bağımlılık durumuna uzunca bir süre katlanmak zorunda kalmasıdır. Beden imgesinin ayrıcalıklı rolünün, egonun ötekine ilişkin algısal bir gestalt etrafında birleşmesi/gelişmesinin hikayesi, demek başlangıçtaki çaresizlik ve bağımlılık durumuyla başlar. Çünkü, uzun bir süre çaresiz ve bağımlı bir konumda olmak demek, dış dünyanın/dışarısının, dışarıdaki ötekilerin etkileri karşısında daha çok savunmasız ve açık olmak demektir. Daha çok maruz kalmak, sadece maruz kalmaktan başkasının elimizden gelmemesi, insanın serüvenini ömür boyu sürecek bir travma parantezine alan şeyin de tastamam kendisi değil midir?Yeri gelmişken, günümüzde psikiyatri/psikolojiye musallat olmuş şu mahut travma anlatısına da değinmeden geçmeyelim: Yaşadığımız korkunç ve sefil hayatın yapısal bütün aşırılıkları ve yıkıcı etkilerini, total kapitalizmin insanca -ve haysiyetli- varoluşumuzun zeminlerini aşındırıp duran saldırganlığını ve canavarca hareketini “psikolojik” -ve hayli yüzeysel ve kaba- bir travma kavramına tercüme ediveren, dolayısıyla onlarla baş etme yolları olarak psikolojik tekniklerden mürekkep paketlerin propagandasına/pazarlanmasına sıkışıp kalmış, ve dolayısıyla yapısal bir travma kavramını mecburen ıskalayan bir travma anlatısı ihtiyacımız olan en son şeydir çünkü. Kendi travma kavramı dışında bir insan ıstırabından söz etmeyi neredeyse imkansız kılan, ve -bireysel ya da toplumsal- diğer bütün ıstırap, çaresizlik, güçsüzlük hallerini kendi tekeline alarak içini boşaltan bir tavırdan söz ediyorum.
Egonun ve ego işlevinin bir savunma ihtiyacı bağlamında ortaya çıkmasını, bedenin koruyucu zarına, benliğin (self) ve dış gerçekliğin sınırlarını çizme çabasına ilişkin olmasını, dünyaya tamamlanmadan gelmiş olma, ve uzun bir çaresizlik ve bağımlılık dönemini kat etme mecburiyeti ile bir arada düşünmeliyiz demek ki. Egonun en önemli işlevleri arasında “savunma mekanizmaları”nın olması da, büyük oranda bununla ilişkilidir. Ötekinin biçimsel beden bütünlüğüne, bu algısal Gestalt’a yaslanan bedenimizin bütünlüğü duygusu öznel kimliğimizin ana çizgilerini oluşturan en önemli momenttir: “Ego ilk ve öncelikli olarak bedensel egodur, yalnızca bir yüzey oluşum değil, fakat kendisi bir yüzeyin projeksiyonudur.”
Annenin sunduğu ve çocuğun özdeşleştiği ayna, söz konusu bu imge asla tarafsız, yüksüz, “nesnel” değildir. Annenin gerçekleştirdiği bu aynalama jestleri aynı zamanda içimizdeki kaotik/anarşik dürtü uyarılmalarının, bundan kaynaklanan en erken gerilim biçimlerinin çerçevelenmesi, sınırlandırılması, bir anlamla buluşturulması, düzenlenmesine yöneliktir. Ruhsal kimliğimizin en derin katmanıdır bu: Ötekinin sunduğu bütünlüklü imgeyi (gestalt) içimize alarak/onunla özdeşleşerek ilerleriz, egonun ilk temeli böyle oluşur. Tam da bu nedenle, yani kimliğimizin istikrarı/sağlamlığı kendi yapısının etrafında geliştiği içindir ki ego, farklılaşan koşullar karşısında etkilenmeden aynı biçimde var olmaya çalışır. Narsisistik yapının inatçı ve indirgenemez niteliğini, öznedeki narsisistik momentin değişse bile asla yok olmadan, bireyin bütün oluşumsal evrelerinde bulunuşunu açıklayan şeydir bu.
***
Söz konusu bu parental bakıştan; varlığımızı ve ihtiyaçlarımızı fark eden, onaylayan, vurgulayan, yukarı kaldıran, yücelten ve sevinçle karşılayan söz konusu aynalayıcı jestlerden mahrum kalmak, yani güvenli ve sağlam bir narsisistik temelin eksikliği, diğer yandan yetişkinliğin narsisistik ve borderline patolojilerinin en temel sebeplerinden biridir. Sürekli güven, onay ve beğeni arayışında olmak, benlik değerinin ötekilerin bakışına, ilgisine tümüyle bağımlı, demek istikrarsız ve kırılgan oluşunu, kendimizi birden hiç bir değer taşımayan bir kabuktan/oyuktan ibaret hissetmek biraz da işte bu temel eksiklik/yoksunluk yüzündendir. Basit reddedişleri, kayıtsızlık ve ilgisizlik jestlerini derin bir aşağılanma duygusu eşliğinde yıkıcı bir öfke tepkisiyle karşılayan ne çok insan var günümüzde? Vakti zamanında ve usulünce alamadığımız şey için, artık nasıl isteyeceğimizi ve bulduğumuzun “o” olup olmadığını bile bilememenin açmazıdır bu, alma kapasitesini kaybetmiş olmaktır.
Ya da şöyle söyleyelim: Geçmişimizde, insan olma hikayemizin tarihsel dokusunda bir kopma, kırılma meydana gelmiş, tarihsel süreklilik duygumuzda bir yırtık oluşmuştur. Tam o ilk gelişimsel evreye özgü, ancak o evrede geçerli olan dinamikler, roller ve konumlar bakımından anlamı olan bir ihtiyaç ihmal edilmiş, bir talep karşılıksız bırakılmıştır. Sağlıklı bir arzu alanının açılmasını engelleyen, arzulama kapasitemizi güdük bırakan bir çökmedir bu. Israr edegelen, söz konusu yırtık orada durduğu için duygusal yükü eksilmeden kalan o ihtiyacın en orijinal haliyle karşılanmasını beklediğimiz ölçüde (bildiğimiz, aklımızın yettiği biricik biçimdir bu çünkü), bu artık imkansız ve anakronik bir taleptir.
Anlamını kaybettiği ölçüde içi boşalmış ve beyhude bir hayata mahkum olmak, dahası kendi benlik duygusu ve deneyiminin de boş ve ölü hale gelmesi, katılaşması. Ruhsal olarak katılaşmış ve ölü hissetmekse, benliğin en derin çekirdeğinde varlığın bütününü, tüm yaşama hevesi ve enerjisini yutan kara bir deliğin ortaya çıkmasıdır. İntihar düşüncelerinin bile bir yerinin olmadığı, gereksiz bulunduğu tekinsiz bir boşluktur bu. Artık başka hiçbir şeyin öneminin kalmadığı, ölü ya da canlı olmanın bile umursanmadığı bu netameli eşiğin aşılması nedeniyledir ki, en aşırı eylem ve etkinlikler en sıradan biçimlerde tezahür edebilir, en ölümcül/riskli hareket ve davranışlar hızla gündelik hayatın rutininde özümsenir olur. İçindeki yaşama heyecanının eksildiği bir hayatı sürdürmenin ve ona tahammül etmenin ağır yükü karşısında hem her seferinde daha çok heyecan/zevk arayışı hem de kendini daha çok uyuşturma/uyuşma pratiklerinin kolayca yan yana gelebilmesi zamanımızın en çarpıcı fenomenlerinden birisi değil mi çoktandır?
***
Narkisos’tan Oedipus’a bir hat çekmeye, ya da daha doğrusu zaten var olan o hattın anlamını kavramaya çalışıyorduk. Daha önce de söylemiştik: Freud, ruhsal yapının/iç dünyanın yapılanması ve gelişiminde ödipal karmaşaya -ve merkezindeki kastrasyona- belirleyici bir rol tahsis ederken bile, bunu yapısal bir çerçevede kavramak yerine görece olumsal etkenlerle ilişkilendirir. Ruhun içinde sürüp giden çatışmayı, yeni dürtüsel basınçların/gerilimlerin ortaya çıkışını dışsal gelişmelere bağlar. Örneğin, “Bir dürtüsel talebin kendi başına tehlikeli olmadığını, dışsal bir tehlikeye, kastrasyon tehlikesine neden olduğu ölçüde tehlike arz ettiğini” söyler. Diğer yandan da böylesine temel bir içsel ve yapısal dinamiği dışarıda vuku bulan bir tesadüfe bağlamanın epistemolojik uygunsuzluğu/yetersizliğini aşmanın yolu olarak, kastrasyon korkusunun insanın genetik mirasından kaynaklanmış olabileceği spekülasyonunu -Totem ve Tabu’nun ilk klan miti- geliştirir.