Bir önceki iletide söz ettiğim zihinsel, ahlaki zayıflama “68 Kuşağı” diye bilinen insanların yavrularında ortaya çıktı: ebeveynlerine hayrandılar ve zerre kadar öteye geçmek de istemiyorlardı. Babalarının gençliğinde bir şey yaşanmıştı, tahminen iyi bir şey, ama artık daha fazlası yaşanmamalıydı, her şey orada olup bitmişti. Yanlış anlamayın, 68 solcularının şimdi mecburen “düzen” içinde rol alan evlatlarından söz etmiyorum: tam da ana babalarının durduğu yerde durakalmış, ne geriye giden ne de ileri geçebilen (şimdi 30’lu, 40’lı yaşlarını süren) bebeklerinden söz ediyorum. Bunların bir kısmını “Gezi”de de seyretmiş olabiliriz: aynı anda hem “Kürtler niçin burada değil” diyorlardı, hem de onların orada bulunmasından tedirgin oluyorlardı.
Bir “diz dibi kuşağı” diyelim mi bunlara, ana-babaya bağlılıkla tutuklanmış.Kuşak çatışması. Bunun hakikisi de vardır, düzmecesi de, cılızı da. Dünyada hakikisi 1900-23 arasındaki kısa sürede oldu. Zihinsel/sanatsal “devrim” fikriyle topyekûn toplumsal devrim fikri o yıllarda bitişti, bitişir gibi oldu. Ama sahtesi de aynı dönemde, aynı kıvranma içinde ortaya çıktı: “Muhafazakâr devrim” fikri, faşizm ve Nazizm’den bile önceydi ve bir yığın sanatsal ve zihinsel modernisti de kendi yanına çekmişti. Yaşlılara ve yaşlanmaya tahammül edemeyen kuşak (Naziler) bu dalga üzerinde karaya ayak bastı. Sahte devrim, sahicisinin (?) bütün enerjisini gaspetmiş gibiydi. Modernist sanatçılar mı? O yıllarda James Joyce bile hayranlık duyuyordu Mussolini’ye (yarım-Yahudi Proust da romanında çok ince, çok nezaketli bir anti-semitizm yapar).
Cılızını, az düşünülmüşünü biz yaşadık, şimdi 65-75 yaşlarında olanlar. Bütün o dönemde bir “ilerleme” fikri vardı elbet, özellikle bu ülkede: ebeveynlerimizin bildiğinden daha ötesini bilmeye, inandıklarından daha fazlasını aramaya doğru yönelmiştik. Şu var ki onlar da öyleydiler, onlar da kendi ailelerinden az çok uzaklaşmış, kopmuşlardı: bir süregiden programdı bu. Ve devletçe onaylanmıştı. Dolayısıyla genel olarak çok da çatışmadan, fazla zorlanmadan yaşandı bizim ilerlememiz. Herkesin bir ayağı geçmişte, o eski aile saadetinin içinde kaldı (belki eli de babanın cebinde). Teyzemizden, eniştemizden söz etmedik; ama bilenler biliyordu, bazıları sadece onu biliyordu, ayrıntılı sülale tarihlerini takip edenler (Ergin Ertem’e selam). Tam da önemli bir şahsiyetin sadece “kamusal”, demek sadece “kendisi” olduğunu, oraya sadece kendi çabasıyla vardığını sanacakken, bir anda kendimizin de aile sıcaklığının içinden çıkamadığımızı fark ettik. Bizim de bir “çevremiz”, bazı mümkünse “nüfuzlu” koruyucularımız vardı, utanarak razı olduğumuz veya hiç utanmadan başvurduğumuz. – “Torpil” sözcüğü, şimdi biraz unutulmuş olsa bile, o yıllarda hiç kimseyi sözlüğe bakmak zorunda bırakmıyordu.
İlerleme. Bu sözcük çevresinde son iki yüz yılda çıkmış bütün gürültüyü bir yana bırakabilirsek eğer, ki kolay olmadığını biliyoruz, geriye şöyle epeyce net bir düşünce kalıyor: bir ayağımızla bir adım öne gittiysek eğer, öbürünü de arkadan alıp buraya getirmek, öncü ayağın çeşitli korkular içinde vardığı bu dar, güvensiz yere bastırmak gerek. On dokuzuncu yüzyılın ilerleme ideologları, ilerlemenin tehlike, kumar ve çok muhtemel kayıp demek olduğunu düşünmekten şen şakrak kaçınmış olabilirler. Geleceğe yapılan güçlü düşünsel yatırım, sayısız akıllıca cümle, onları şu ânın ne kadar da güvensiz, nasıl da kefilsiz ve karşılıksız olduğunu hissetmekten aciz bırakmış olabilir. Ama bu ilerleme konusunun sınavı sonraki yüzyılda, yirmincide geldi.
Çeşitli cevaplar çıktı ve hemen hepsinde o risk ve temelsizlik faktörü hasıraltı edildi. Bir yanda “sentezciler” çıktı: bir ayaklarının önde olduğunu bilip de ikincisini oraya almaya yanaşmayanlar (bu dilde en parlak temsilcisi Ahmet Hamdi’dir herhalde, ama “resmi” Ahmet Hamdi). Öbür tarafta esas olarak Bolşevikler vardı, devrimci komünistler: iki ayaklarıyla birden sıçramışlardı kendilerinin “gelecek” olarak tanımladığı bir yere – ne var ki onlar da kendi sıçrayışlarını “tarihsel olarak temellendiriyorlardı”: geleceğe geçişin koşulları çoktan geçmişte hazırlanmıştı, başka yolu yoktu. Sonradan yazarken ne Lenin ne Troçki ne de ötekiler, 1917 Şubatı ile Ağustosu arasındaki güvensiz dönemi veya 1-6 Kasım arasındaki daha da riskli günleri çok ciddiye almış göründüler. Her şey zaten olmak zorundaydı, Tolstoy’un ev-yapımı “tarih teorisindeki” gibi. Garantili bir ilerlemeydi onların da zihnindeki, tarihsel maddeci determinizmle gerekçelendirilmiş. Oysa yaptıkları bu değildi, yaşadıkları bu değil. Düpedüz tehlikedeydiler. Cesaret ettiler. Ama kendi kendilerine öyle demediler. Öyle yazmadılar. Kendi yaptıklarını bilmekten geri durdular.
Aile, kuşaklar. Daha tarımsal yüzyılları ben bilemem ama, 1789’dan bu yana iyi ne çıktıysa ana-babalarına razı olmayan çocuklardan çıkmıştır. İnkâr elbet sevgiyi, acımayı, şefkati, benimsemeyi de içerebilir – şu ki kopuşu fark etmeyenden adam çıkmamıştır. Çünkü zaten belki de kopmamıştır, hâlâ oradadır, yeni sözcük bulmamıştır. Ama dışardan da görülür bu. Diz dibinden ayrılamıyordur. İhtiyarlar çok da elden ayaktan düşmedikleri halde, pekâlâ kendi başlarının çaresine bakabilecekleri halde, bizim çocuk kendi ana babasıyla ısrarla iyi geçinmektedir (belki eniştesiyle de). Buradan herhangi bir şey çıkabilir mi, iyi bir şey? Ama belki de kendilerinden “kayda değer bir şey çıkmayacağı” fikrine alıştırmışlardır kendilerini, diz dibinde. Her şey, aslında babalarının da çok farkında olmadan yaşadığı o üç yılda, 1968-70 arasında zaten olup bitmiştir.
Belirsiz bir dönemdeyiz galiba: iki yıl önce Boğaziçi Üniversitesi’nde talebeler arasında bir ankette en sevilen köşe yazarı Ahmet Hakan çıkıyor, ondan bir yıl önce ODTÜ’deki aynı ankette Emin Çölaşan. Yılmaz Özdil’e doğru ilerliyoruz, ne yazık ki yolda Ataol Behramoğlu’na pek uğramadan (bunun sahiden bir kayıp olduğunu sonra anlarlar, “şiir” okumadan geçmiş bir ömrün sonlarında, yetersiz şiirler de şiirdir sonuçta, bir müzikaliteleri vardır).
Walter Benjamin, 1920’lerin sonları:
“Tıpkı barfiksde büyük dönüşü yapmaya çalışan jimnastikçi gibi her çocuk da er geç kendi payına düşecek kaderi belirleyen tarih çarkını kendisi için çevirir. Çünkü yalnız onbeşimizdeyken bildiğimiz ya da yaptığımız şey sonradan bizi cezbedecektir. Dolayısıyla hiçbir zaman telafi edemeyeceğimiz bir şey vardır: Onbeşimizdeyken evden kaçmamış olmak. Sokakta geçirilen kırk sekiz saat, tıpkı alkalik çözeltide olduğu gibi, mutluluğun kristalini yaratır” (a.b.ç.).[1]
Sanırım bu pasajı en iyi okuyan, okumadan da bilen, bilmeden de bilen, Benjamin’in ölümünden bir 20-25 yıl sonra 60’lı yılların insanları oldu. Benjamin o tarihte kendi toplumsal katmanından insanlar için yazıyordu, orta ve üst-orta sınıf “Alman” çocukları. Ama aileden kaçmayan, tam da yapacakları iyi işi kendi ailelerine sadakatleri sayesinde, ailelerin uzantısı (ve belki “intikamı”) olarak yapacak olan onbinlerce genç insan da vardı ortalıkta: işçilerin çocukları, 1918 Alman Devrimi’ni yapanlar (Herbert Marcuse onlardan biriydi, “Denizci Konseyi’nin” bir üyesi olarak). Şu var ki o gençler de boşluğa adım atmaktan çekinmediler, ailenin ve geçmişin sımsıkı korumasından bir-iki adım ileri atarak. Otuz yıl önce babaları, anaları yapmamıştı böyle bir şey, şimdi kendileri cesaret etmekteydiler.
Boşluk, aralık, ne dersek diyelim, iyi şey kendimizle aile saadetimiz arasındaki bu asgari uzaklığın içinde, onun sayesinde olup bitiyordur. Sırılsıklam budalalığa benzemeyen herhangi bir düşünce, duygu, ancak o mesafenin içinde bir netlik, bir fayda, bir onur kazanır. Başka bir deyişle, siz Che Guevara’nın annesinin mezarına düzenlenen bir “geleneksel ziyarete” her yıl katılmaya razı olabilir misiniz? – Ama 60’lı yılların çocuğu-torunu filan olmak galiba böyle bir şey. Diz dibi.
[1] Walter Benjamin, Son Bakışta Aşk, haz. Nurdan Gürbilek, İstanbul: Metis, 2012, s. 52-53.