Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk bir TV programında “Köy Enstitüleri”nin aslında olumlu bir girişim olduğunu söylemiş. Ben bunu Hürriyet’te gördüm. “Yandaş” denilen medyaya şöyle bir göz gezdirince, bu programa değinenlerin de Enstitü lafını ağızlarına almadığını gördüm. Normal. Bu konu, öteden beri sağ ile sol arasında bir “kan davası” konusudur. Bir tarafın takındığı militanca saldırgan tavır öbür tarafın aldığı militanca savunma tavrını besler; bunun tersi de çalışır ve konu gerçeklikle ilgisini iyice kopararak havalanır gider. Ziya Selçuk’un siyasî yelpazede durduğu yerle Enstitüler üstüne söyledikleri bizim bu ülkede görüp işitmeye alışık olmadığımız bir şey.
Ben de solda “aykırı” kabul edilen bir noktada dururum, Enstitüler konusunda. Kemal Tahir’le aynı görüşte olduğumuz ender konulardan biriydi.
İki temel eleştirim var: birincisi, Türkiye’yi sürekli bir “köyler toplumu” olarak görme eğilimi göstermesi; ikincisiyse bir “aydınlanma” projesinden bir “propaganda” projesine kayma potansiyeli. Bunları açayım.
Enstitülerin açıldığı kırklı yıllarda dünyada “modernleşme”nin modeli sanayileşmeydi. Elektroniğin, bilgisayarın v.b. olmadığı bir dünyada başka bir yöntem yoktu. Ama Türkiye’de (ve başka tarımsal toplumlarda) çeşitli nedenlerle sanayileşmeden kaçınan çeşitli bireyler ve gruplar vardı. Türkiye’de, örneğin o yıllarda CHP genel sekreteri olan Memduh Şevket Esendal bunlardan biriydi. Kara Kemal’in yanında yetişen Esendal, korporatist-solidarist bir ideolojinin taraftarıydı. Ülkenin bir “orta halliler cenneti” olmasını istiyor, sınıf farklarının büyümesinden korkuyordu. Ama zaten her duvarda asılı olabilecek, “Sınıfsız, imtiyazsız kaynaşmış bir kitleyiz” sloganı bunu ulusal hedef olarak haykırmaktaydı. Yatay Türkiye isteyen Esendal’ın ötesinde gene “sınıf farkı”ndan ve “proletarya devrimi”nden korkan “Mareşal” vardı. Yeni kurulan Cumhuriyet’in okur-yazar kadroları yirmiler boyunca Mussolini hayranı olarak yetişmişlerdi. Kadro’da bile Mussolini korporatizmine yakın düşen bir tavır gelişmişti.
Bu ideolojik dünyanın somut maddî düzeyde verdiği bir sonuç, Dünya Savaşı sonrası ile 1950 DP seçim zaferi arasındaki beş yılda sanayileşme doğrultusunda büyük fırsatların kaçırılmış olmasıdır. Bunu Şevket Süreyya anlatır. Savaş ertesinde makinalar ucuzlamıştır, ama İnönü bu imkânları kullanmaktan kaçınır.
O yıllarda yürürlüğe giren Köy Enstitüleri programı, her köyde bir “tenvirat (aydınlanma) aracı” olarak bir öğretmen yetiştirmeyi öngörmüştür. Öğretmen yalnız klasik dersleri öğretmeyecek, köy halkının ekonomik faaliyetinin de “kılavuz”u olacak, arıcılıktan duvar örmeye ya da dokuma yapmaya, köylüye yol gösterecektir. Bu, aynı zamanda, köylüyü köyünde tutma programıdır. Çocukluğumuzdan beri “kırk bin köy” edebiyatıyla büyüdük; kırk bin otarşik köy, “kapitalist gelişme” mantığıyla da çelişir. Genç Cumhuriyet, “sosyalist” olma yolunu seçmemişti. “Kapitalist yoldan kalkınacak”tı. Ama otarşik köyler politikası ile kapitalizmin olmazsa olmaz kurumu, “ulusal pazar”ı baltalıyordu.
Devletin kapitalizmi seçmesinin (bu Cumhuriyet’in başından beri böyleydi – İzmir Kongresi v.b.) doğruluğu, yanlışlığı tartışılır ama o ayrı konu. Aslında bu “otarşik köy” özlemi ikisine de aykırıdır. Bu “köy”, “kolhoz” da değildir ( o da ayrı bir başarısızlık hikâyesi, ama nedenler farklı).
Bunlara rağmen olumlu gördüğüm bir şeyler, bazı etkenler var. Henüz yayımlamadığım, Tutunamayanlar üstüne incelememde, Oğuz Atay’ın Cumhuriyet eleştirisi hakkında şöyle yazdım: Cumhuriyet bir Batılılaşma programıyla birlikte kuruluyor. Batılılaşma = Modernleşme. Yani, hedef, toplumun modern (Batılı) bir toplum haline gelmesi. Olabilir, anlaşılabilir bir hedef. Yalnız, bir “unutkanlık” mı demeli, bu projeyi dönüşecek topluma danışmak akla gelmiyor. Böyle bir hedefe erişmenin alet-edevatı da toplumun eline verilmiyor. Bunlar, seçkinlerin elinde.
Yani, toplum, dönüşümün “öznesi” olamıyor, “nesnesi” olarak kalıyor.
Enstitü programının köylüyü eğitmek üzere dışarıdan bir “narodnik” göndermek yerine köyden çıkan insanları seferber etme düşüncesi (yirmi yılda varılmış bir evre) bana olumlu geliyor. Ama bunu söyler söylemez yukarıda yazdığım ikinci “eleştiri”yle karşılaşıyorum: “propaganda”.
Bu konu üstüne yazdığım kitabımda uzun uzun anlatmaya çalıştığım gibi, Türkiye’de Cumhuriyet’in kurulmasının ardında yatan maddî-fiziksel güç sivil ve daha da çok askerî bürokrasidir. Çünkü, en başta, elle tutulur bir burjuvazi yoktur; o zamanın (ve hâlen devam eden ideolojinin) “millî” diyeceği bir burjuvazi iyice zayıftır. Bir yandan bunun kavgaları sürmektedir. Örgütlü güç, “ordu”dur.
Rejimi öncelikle ordu kurmuşsa, bileşim içinde “Devletin Baskı Aygıtları” dediğimiz kanadı kuvvetli demektir. Modernleşme sorunu (ve gereği) ile karşılaşan hemen her pre-kapitalist toplumda da aynı şey görünür. “Ulus-devlet” tamlamasının “devlet” kısmı görece kolay kurulur. Ama “ulus”un kurulması, oturuşması, olgunlaşması zor, çok zor bir süreçtir. Çok zaman, “İdeoloji Üreten Aygıtlar” zayıf kalır. Bizde böyle oldu. Toplumla seçkinleri arasında ideolojik bir örtüşme yoktu ve olamadı.
Bu koşullarda Enstitü’den yetişme öğretmen, devletin, bu zaafını gidermek üzere köye yerleştirdiği adam olabilirdi – kolayca. Yani, “eğitmen”in eğitimini orada doğmuş kişiyi “bizim taraf”a almak şeklinde düşünür ve planlarsak, işin olacağı buydu. İşlediği kadar, büyük ölçüde böyle de oldu. Bu, tabii, gerçek anlamda bir aydınlanmaya yol açmadı. Katı (ve nerdeyse dinî-seküler bir din) bir ideolojinin egemen kılınmasına yaradı.
Peki, Enstitü’den yetişen öğretmen-yazarlarımız olması kötü mü oldu, diye sorabilirsiniz. Kötü olmadı elbet, ama onlar sistemin yetiştirmeye çalıştıkları değil, sistemin fireleriydi. Her sistem fire verir. Burada da olay bu şekli aldı: Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Balaban v.b. önlerinde açılan yeni ufuklarda sosyalizme doğru hamle edebildiler.
Statik bir ortama bir dinamizmin gelmesi iyidir elbette. Sanırım Ziya Selçuk da olayın bu yanına bakarak değerlendirme yapıyor. Bu çerçevede ona hak veriyorum. “Özgün tasarım” derken de haklı. Öyledir. Bence de o tarihte (önce CHP iktidarında, Şemsettin Sirer’in eğitim bakanlığı sırasında, kesin ve toptan olarak da 1954’te, DP iktidarında) kapatılmaları da iyi olmamıştır. Değindiğim sınırlılıkları revize edilerek veya giderilerek (mümkünse!) pekâlâ faydalı katkılarda bulunabilirlerdi.
Yukarıda da söylediğim gibi, bu değerlendirmeyi Ziya Selçuk’un yapmış olması önemli. Olması gerekip de bir türlü olamayan bir şeyi yapıyor. Kendisinin de “mutabakat” dediği şey.
Ama korkarım “mutabakat” fikrinden hoşlanmayanlar bu ortamda daha güçlü.