Ana Akım Medyanız Nasıl Olsun?
Kadri Gürsel

14 Kasım’da Halk TV’de Ayşenur Arslan’ın Medya Mahallesi’nde, “ana akım medyanın (Türkiye için) ekmek gibi bir ihtiyaç olduğunu” söylemiştim. Konu ana akım medya olunca, Oktay Akbal’ın 1946’da yayımlanan ilk hikâye kitabının adı akla geldi: Önce Ekmekler Bozuldu

Bu zihinsel refleks normal, lakin bir farkla: Ana akım medya Türkiye’de hiçbir zaman “düzgün” olmadı. Hasılıkelam, ortada sonradan bozulmuş bir ana akım medya yok. En başından itibaren hatalı üretilmiş bir “ekmek” var. Ama biz, halk olarak bu “ekmek”le beslendik. Kimimiz tamamını yedi, kimilerimiz de “bozuk” kısmını attı, yenilebilecek olanıyla doyurdu karnını.

Öyleydi ya da böyleydi ama ana akım medyaydı.

Bakınız, bir “geçmiş zaman”dan söz ediyorum. Bu ne demektir? Kalitesiz undan üretilmiş, gramajıyla oynanmış ve her neyse artık, işte o “ekmeğin” bittiğini, bitirildiğini ifade etmiş oluyorum geçmiş zaman kullanarak. O beğenmediğimiz “ekmek”, yakın zamana gelene kadar giderek artan nispette mundar ve heder edildi; yenilmez oldu ve artık yok, mevcut değil.

Madem “ekmek” dedik, ekmekten ilerleyelim.

Bakkalın yolladığı ekmeğin layık olduğu yer midemiz değil de çöp kutusuysa, bakkala mı kızarsınız, yoksa bütün ekmeklerin bozuk olduğunu ve ekmek yemekten uzak durmak gerektiğini mi düşünürsünüz?

Ben bakkala kızarım ve onun sattığı ekmeği yemem; iyi ve kaliteli olanını talep ederim. Onu nerede bulacağımı, bulamazsam nasıl yapacağımı araştırırım. Çünkü evet, ekmek temel bir ihtiyaçtır. Türkiye için ana akım medya da öyle.

Ancak üzülerek görüyorum ki sahtekâr bakkalın sattığı bozuk ekmeği, bazı arkadaşlarımız gerçek “ekmek” bellemişler. “Ekmek” dendiğinde, bozuk ve vasfını yitirmiş bir unlu mamul dışında başka bir şey gelmiyor akıllarına.

“Ana akım medya” dediğimizde de öyle. Arkadaşlarımız bizdeki, maziye karışmış, bozuk ve sorunlu “ana akım”ı hatırlıyorlar ve başlattıkları “tartışma”nın doğrultusunu geçmişte kalanı veri alarak oluşturuyorlar. Oysa ben kavramsal düzeyde tartışıyorum. Çünkü günümüz Türkiye’sinde ana akım medya mevcut değil (Ekmek yok). Biraz da bu sayede şartlar kavramsal düzeyde bir tartışma yürütmeye, yeniyi tahayyül etmeye çok uygun. Eskilerin tabiriyle bir müsademe-i efkar, halihazırdaki durumun düzelmesine şimdilik faydası olmaz belki ama en azından farkındalık bilinci yaratmaya hizmet edebilir; tabii tartışmanın düzgün ve samimi bir biçimde yapılması koşuluyla.

Beni bu yazıyı yazmaya zorlayan “tartışma” ise 10 Kasım’da, yeni çıkan kitabım Ben De Sizin İçin Üzgünüm hakkında konuşmak üzere davet edildiğim Mustafa Sağlamer’in Artı TV’deki “Artı Hafta Sonu” adlı programında, sohbetin bizi ulaştırdığı bağlamda ettiğim birkaç kelam üzerine başlatıldı. Artı TV’nin Twitter hesabı o birkaç cümleyi “özetleyen” bir tweet paylaştı. Tweet’te alıntılanan sözlerimi, gereken düzeltmeleri eklentisinde bulunan videodaki aslına göre yaparak, atlanan ifadelerimi de parantez içinde ekleyerek naklediyorum:

“Kendimi (her zaman ve hâlâ bir) ana akım gazetecisi olarak görüyor (ve tanımlıyorum). Çünkü o kültür içinde yetiştim. (O kültürü eleştirmeme rağmen) O kültürün (doğru tanımlanması ve) doğru şekilde yeniden (üretilmesi gerektiğini) savunuyorum. Her ülkenin bağımsız, profesyonel ve namuslu gazetecilere ihtiyacı (olduğu görüşündeyim). Bu da (ancak) ana akımda olabilecek bir kalite, (bir ülke için).”

Hepsi buydu; kitaba dair sohbette yeri gelmişken bir parantez açmış ve kavramsal düzeyde kalan bu sözleri serdetmiş idim. Ardından hasbıhal kendi mecrasında akmaya devam etti.

Tweet’lenen sözlerim bir tartışmayı tetiklemişse, bilinmesini isterim: Ana akım medya ve kaliteli gazeteciliğin sacayağı hakkındaki bu görüşlerimi neredeyse beş yıldır her fırsat ve vesileyle, ortam ayrımı yapmadan dile getiriyorum. “Tartışma”ya kendi meşreplerince müdahil olan bazı arkadaşlarımız tanığımdır. Artı TV’de de böyle davrandım.


Neden, Ne için, Nasıl Ana Akım?

Görüyorum ki Artı TV’nin tweet’inin ardından “ana akım tartışması” başlatanlarla, henüz ana akımın ne olduğu hususunda anlaşamıyoruz. Bağımsız gazetecilik, profesyonel gazetecilik ve aktivizmi de farklı biçimlerde tarif ediyoruz. Bu nedenlerden ötürü bu arkadaşlarla faydalı bir tartışmamız olamıyor ve öngörülebilir bir süre için de olamayacak.

Artı TV’nin tweet’te alıntıladığı “profesyonellik, bağımsızlık ve namusluluk”la ilgili sözlerimin, geçmişte ana akımda çalışmaya “tenezzül etmemiş” belirli bir gazeteci profilinde gereksiz alınganlıklar doğurduğunu gördüğüm için, bu “tartışma”nın daha fazla kişiselleştirilmesinden imtina etmek maksadıyla aşağıda alıntıladığım görüşlerin kimlere ait olduğunu ayrıca belirtmeyeceğim. Zaten benim de eleştirdiğim, kişilerden ziyade bir “siyasi kültür”ün medyaya bakışı neticede...

Ana akım mevzuundan başlayalım.

Tartışmacıların üzülerek tespit ettiğim bir yanlışı, bugünkü iktidar medyasını “ana akım” sanmaları veya işlerine öyle geldiği için iktidar medyasına “ana akım” demeleri.

Kendi lügatlerinde ana akımın başka adlarının da bulunduğunu, bunlardan birinin de “yandaş medya” olduğunu öğreniyoruz.

Hatta, “ana akımda işini kaybetmemekle doğru yapmak arasında kıstırılmış duygu haliyle varlığını sürdüren meslektaşlarımızın olduğunu” yazanların bu ifadelerinden de “iktidar medyası”nı ana akım sandıkları ya da öyle görmek istedikleri sonucu çıkıyor.

Halbuki günümüz Türkiye’sinde ana akım medya yok, kalmadı, taze bitirildi!

Bugünkü rejimin medyasını “ana akım” diye nitelemek, ana akım kavramının hangi kaliteleri içerdiğini bilmemek değilse nedir?

Şudur: Ya ana akım medyanın kavramsallaştırılması için yeterli düşünsel çabayı harcama gereği duyulmamaktadır, ya da yine bir kavram olarak ana akım medya değersizleştirilmek istenmektedir.

Bence bu ikisi çoğu tartışmacının indinde birlikte geçerli.

O halde ana akım medya nedir, ne değildir, mukayese yöntemiyle izah etmeye çalışalım.

Bir kere ana akımın mülkiyet ve sermaye yapısı siyasi hareketlerden, siyasi partilerden, örgütlerden, iktidardan ve devletten bağımsız olmak zorundadır. İkincisi, ana akımın mülkiyet ve sermaye yapısından hareketle teşekkül eden idaresi, organik bir bağımsızlığı da haiz olmalıdır.

Misal, Habertürk. Mülkiyet vesaire bakımından bağımsızdı ama “Alo Fatih” faktörü bu mecranın organik yönden de bağımsız olmasını engelliyordu. Dolayısıyla “ana akım” olarak nitelendirilmesi imkânsızdı.

Burada bir parantez açalım: Bir tartışmacı, parti veya örgüt adı zikretmeden, gayet örtülü bir ifadeyle, “mülkiyet yapısı belirli bir politik arka planla birlikte düşünülen gazeteler”den söz etti. Bunlar, kendi gazetesi için de söz konusu olduğu gibi bağımsız falan değillerdir.

Doğrusu, böyle bir gazetenin durduğu yeri “ana akım”a göre tarif etmekte zorlanıyorum. Ana akım var olsaydı, “ana akım dışı” derdim. Ana akım yok, o halde siyasi çizgisini mi işaret etmeliyim? Sol, sosyalist, parti gazetesi mi demeliyim? Belki de evet.

Ve bu hattan devam edelim; bugün, tartışma açan arkadaşlarımızın ısrarla “ana akım” diye tabir ettikleri iktidar medyası, sermaye, mülkiyet ve organik bağımsızlık kriterlerine uymadığını bildiğimiz için, koyduğumuz adla nitelediğimiz gibi “iktidar medyası”dır ve ana akım değildir.

Dahası bir medya mecrasını ana akımdan sayabilmemiz için orada editoryal bağımsızlığın olması gerekir. Patron ya da mülkiyet sahipleri, editörlerin profesyonel özerkliğine saygı gösterecekler; manşetlere, birinci sayfalara, ana haber bültenlerine burunlarını sokmayı adet haline getirmeyecekler.

Bu açıdan da, on gazetenin onunun da aynı manşetle çıktığı bir olağanüstülük halinin sıradanlaştırıldığı iktidar medyasını “ana akım” diye nitelemeye hakkımız olamaz.
İktidarınki, ana akım medya değildir.

Diğer bir kriter ki çok önemli, medyanın evrensel etik ilke ve standartlarına saygı göstermek, bu hususta denetim sağlamak ve hesap verebilir olmaktır.

Kabul, Türkiye’nin artık bir mevta olan ana akım medyası bu açıdan da çok sorunluydu, boğazına kadar batmıştı ama buna rağmen eleştiriye ve hesap vermeye kapalı değildi. Ve hatta bu ana akımda evrensel değerlere saygılı bir yayın çizgisi izlenmesi hususunda hassasiyet gösteren yayın yönetmenleri, editör ve muhabirler çalışabilmişti. Ana akımın köşe yazarları ana akıma eleştirel bakabilmişlerdi.

Bugünkü iktidar medyası ise bir propaganda aygıtı, bir yalan yayma makinesi olarak faaliyet göstermektedir.

Sözün özü, orası ana akım medya değildir.

Ana akım medya bağımsız olmak zorundadır ama tarafsız olmakla mükellef değildir.

Bu “tartışma”da bağımsızlık mefhumunun bazıları tarafından “tarafsızlık” olarak anlaşılmasını hayretle karşılıyorum. “Bağımsızlık”la “tarafsızlık” benzer kavramlar değildir, aralarında bir örtüşme yoktur.

Tam tersine, ana akım medya taraflı olmak zorundadır. Kendisinin varlık koşulu olan demokrasi, basın özgürlüğü ve çoğulculuktan yana taraf!

Ayrıca, gazeteciler fikirden azade insanlar değillerdir.

Kendimden örnek vereyim: Cumhuriyet Davası’nda tutuklu yargılanırken, muhalif olduğum için hapse konulduğumu heyet önünde söylemiş ve aşağıda mahkeme zabıtlarından alıntıladığım beyanımla devam etmiştim:

“Bağımsız, eleştirel, sorgulayıcı olmak, bir gazeteciyi dolayısıyla muhalif yapar ama muhalif olmamın da bana göre ne olduğunu, neden dolayı kendimi muhalif olarak görmekten vazgeçemeyeceğimi de çok kısa anlatacağım: Kesin ve net güçler ayrılığı temelinde hükmünü icra eden laik bir cumhuriyet ve parlamenter demokrasiyi savunduğum için kaçınılmaz olarak muhalifim. Yargının bağımsızlığını, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını, temel hak ve özgürlükleri, basın özgürlüğünü, ifade özgürlüğünü, çoğulculuğu, katılımcılığı, iktidarın hesap verebilirliğini, şeffaflığını, örgütlü toplumu ve bunlar kadar önemli olduğunu düşündüğüm, öngörülebilir, kurumsal, barışçı ve laik bir dış politikayı savunduğum için muhalifim. Bu nedenlerden dolayı kendimi muhalif olarak adlandırmak dışında bir tanım bulamıyorum. Çünkü bunların (nitelikler) hiçbiri Türkiye’de yok. Bunları istediğim için karşı çıkmak, eleştirmek, uyarmak zorundayım. Bunları yaptığım zaman da otomatikman muhalif oluyorum ve hedef alınmamın nedeni de hak savunuculuğu yapıyor olmamdır. Özellikle de basın özgürlüğü ve ifade özgürlüğü konusunda. Bir gazetecinin bence meşru ve haklı olan tek aktivizmi basın özgürlüğü ve ifade özgürlüğü konusunda çalışmaktır.”

Kitabım Ben De Sizin İçin Üzgünüm’de de yer alan bu alıntıyı tartışmaya bir katkısı olsun diye yaptım.

Mahkemede muhalif olduğumu söylediğim için ve hatta öncesinde Cumhuriyet’teki 10 Mayıs 2017 tarihli “Çünkü Cumhuriyet” (Meraklısı için: Ben de Sizin için Üzgünüm, s. 98) başlıklı ilk köşe yazımda bu konumumu ilan ettiğimden ötürü bağımsızlığımı yitirmiş mi oldum?

Hayır!

Gazeteci olarak taraflıyım. Demokrasiden yana taraf. Mesleğimi demokrasi olma vasfını yitirmiş bir rejimde bihakkın icra edemeyeceğimi biliyorum da ondan.

Hak savunuculuğu yaparım. İnsan haklarını savunurum, kadın haklarını savunurum, ama gazeteciliği hak savunuculuğu için yapmam, gazeteciliği gazetecilik için yaparım. Bu iki tutumu birbirinden ayıran çizgi hiç de ince değildir.

Diğer taraftan “bağımsızlık” mefhumundan yanlış biçimde “tarafsızlığı” anladığını gördüğüm bir tartışmacının, “Kürt kimliğini öne çıkarmak bir siyasi taraflılık haliyse misal, laik, Kemalist veya sağcı, muhafazakâr kimlikle gazetecilik yapmak değil mi?” diye sorabilmiş olmasının “tartışma”ya yaptığı bir katkı yoktu maalesef.

Ayrıca, okuduğunuz gibi mahkeme heyetinin önünde “aktivizme” bakışımı da dile getirmiştim.

Genişleterek tekrar edeyim: Bana göre bir gazetecinin angaje olabileceği tek meşru aktivizm basın ve ifade özgürlüğü için yapılandır. Ben de bunu zaten 2005’ten beri yerel ve uluslararası planda şartlarımı zorlayarak yapıyorum. Halihazırda Uluslararası Basın Enstitüsü’nün (IPI) Yönetim Kurulu üyesiyim.

Gazeteciliği savunma amacının ötesine geçen ve bir siyasi gündeme bağlı olarak yapılan aktivizm, gazeteciliği araçsallaştırdığı nispette mesleğe zarar verir.

Profesyonel gazetecilerin, gazeteciliği savunmaktan başka bir tutum ve eyleme ihtiyaçları yoktur.

Tekrar ediyorum: Gazetecilik, gazetecilik için yapılır, yapılmalıdır.

Bu akideye itiraz edenleri, tepkilerinin duygusal reflekslerinden ileri geldiğini idrake davet ediyorum.

Gazetecilik, gerçekleri belirli bir disiplin ve kaideler bütünü içinde araştırma, ortaya çıkarma ve duyurma mesleğidir.

Bu bakımdan “gazetecilik için gazetecilik” akidesinin gerçeklikle olan reddedilemez ilişkisi, en kapsayıcı anlamları zaten içeriyor.

Nihayet, George Orwell’e atfedilen veciz sözü anımsatmanın yeri geldi: “Sahtekârlığın dünyaya egemen olduğu zamanlarda gerçeği söylemek devrimci bir eylemdir.”
İlaveten, Gramsci’nin “Gerçek, devrimcidir” dediği de unutulmasın.

Bu izlekten hareketle, Türkiye’de gazetecilik disiplini içinde yazmakta ve konuşmakta kararlılık sergilemenin, başlı başına devrimci bir tutum olduğu sonucuna varırız.

Bir gazeteci, sadece gazeteciliğe angaje olursa, işte ancak o zaman gerçekleri duyurma işini en etkin biçimde yapar.

Bu bağlamda, gazeteciliğin ne için, nasıl ve nerede daha iyi yapılacağı, nerede ve nasıl daha iyi gazeteci olunabileceği soruları, tartışmacılarla beni karşı karşıya getiriyor.

Örneğin “tartışma”nın önemli bir ayağını oluşturan şu aktivizm meselesi.

Önce, basın özgürlüğü aktivizmiyle diğerlerini birbirinden ayırt etmek lazım.

“CNN bile aktivist olmuşken...” bizdeki “ana akım dışı medyanın” aktivizmine itiraz etmemizi yadırgayanlar var.

CNN’inki, “Beyaz Saray”dan haber verebilmek ve akreditasyonu saçma bir gerekçeyle iptal edilen muhabiri Jim Acosta’nın mesleğini orada yapma hakkını savunmak maksadıyla yürüttüğü bir aktivizm ve gazeteciliği araçsallaştırmıyor. CNN basın özgürlüğü mücadelesi veriyor ve sonuna kadar hakkıdır.

Ama aşağıdaki tartışmacının ifadelerinden yansıyan siyasi kültürün dünyasında, gazetecilik bir politik gündemin vasıtasına indirgenerek hakir görülüyor, daha da ileri gidilerek gazetecilik mesleği inkâr edilmiş olunuyor:

“...Merkez medya ile, ötekine şimdilik periferi medya diyelim, arasındaki fark, aktivizm yapıp yapmamak değil, neyin aktivizmini yaptıkları. Ve bu aktivizmi nasıl, hangi araç, yöntem ve tarzla yaptıkları. Belki bir fark daha var, o da iki medya türünün aktivizm dozları, renkleri, tonları... Ana akım medya, yerleşik düzenin, kapitalizmin, hâkim sınıfların sözcülüğünü yapıyor. Merkezin dışında yer alan medya ise genel olarak özgürlüğün, başka bir düzenin, alternatif yaşamın, ezilenlerin, mağdurların sözcülüğünü yapmaya çalışıyor.”

Bu satırların yazarı, “periferi”de sadece sevdikleri var zannediyor; aşırı sağcı, İslamcı parti, tarikat medyasının ve hazzetmediğini varsaydığım ulusalcı/Avrasyacı medyanın da bu periferi içinde yer aldığını unutmuşa benziyor.

Tartışmacı, bu satırların öncesinde de benim ideal ana akım medya olarak gördüğümü varsaydığı New York Times, Le Monde ve The Guardian hakkında şöyle diyor:

“...Hepsi, belirli bir siyasi, ideolojik davanın aktivistleri olarak yayın yapıyor. Kuşkusuz bu gazetelerin aktivizmi, bizim bildiğimiz ya da aklımıza ilk gelen aktivizm tarzı olan “Yaşasın!”, “Kahrolsun!” sloganlarıyla yapılmıyor. Onlar çok daha ince, çok daha sofistike, üstü örtülü bir yöntemle, ‘objektif haber’ ya da ‘zengin yorum’ sloganlarının arkasına saklanarak yapıyor bu militanlıklarını.”

Yukarıda okuduğunuz bu ifadeler gazeteciliği militanlığa indirgeyen çarpık bir zihniyetin dışavurumu kabilinden ibretlik, haber ve yorumun birer aktivizm faaliyetinden ibaret olduğunu iddia edecek kadar da mesuliyetsiz.

Yukarıdaki satırların yazarı, iyi ya da kötü gazeteciliğin değil, medya vasıtasıyla yapılan iyi veya kötü militanlığın söz konusu olduğuna inanmamızı istiyor.

Madem bu “tartışma”nın kitabım Ben De Sizin için Üzgünüm vesilesiyle başladığı sanılıyor, o halde neden olmasın, ben de “militanlık ve gazetecilik” bahsini bu kez kitaba atfen tartışmak istiyorum...

Cevabı çok basit bir soru: Kitabımın 253. sayfasında, iktidar hesabına çalışan namlı bir medya tetikçisinin 13 Temmuz 2018 tarihli köşe yazısından yaptığım alıntıdaki ifadeleri, gazetecilik mesleğini aktivizm ve militanlığa eşitleyenlerin nokta-i nazarında, “iyi ve kötü” ayrımının hangi tarafında konumlanabilir?

Tetikçinin ifadelerini birbirinden ayırdığım iki cümle halinde aktarıyorum. Bakın ne demiş: “Benim medyaya girme sebebim kariyer yapmak, para kazanmak gibi dünyevi hedefler değildir.”

Ne ilginç değil mi?

Karşınızda sanki bir “aktivist” var. Ama değil.

Ve sonra ifşaatta bulunuyor: “Benim temel amacım milli ve manevi değerlerimize ve DEVLET menfaatlerimize düşman örgütlerle mücadeledir.”

İşte, beğenin ya da beğenmeyin, bu tip de medyada “objektif haber” vermek ve “zengin yorum” yapmak ile tarif edilemeyecek bir amacının olduğunu ikrar ediyor.

Ardından hakkında şunları yazmışım: “Bu sözler (tetikçinin) herhangi bir şekilde gazeteci olarak görülemeyeceğinin kendi ağızından en açık itirafıdır.”

Gazeteci değildir, o bir tetikçidir ama sözcüğün teknik tanımı bakımından onun aynı zamanda bir “medya aktivisti” olduğunu varsaysaydık, tartışmacılarımız bu tipi “iyi ve kötü” ayrımının hangi tarafında konumlandırırdı?

Sorum budur.

Bu arada bir parantez açmalıyım: Tartışmacıların pozisyonlarını asla ve katiyen bu tetikçininkiyle kıyaslamak gibi bir niyetim yok. Mukayese edilmesini de istemem. Bu, aşırıya varmış bir hakkaniyetsizlik olurdu. Amacım, tartışmacıların sergiledikleri sakat mantığın gazetecilik mesleği hakkındaki yerleşik yanlış algıyı tahkim etmekte ne kadar da tehlikeli noktalara vardırılabileceğini göstermek.

Sorunun cevabını herkes gibi ben de verebilirim: “Egemenlerin sözcüsü olan aktivistler ve militanlar” tarafında... Ezcümle, “kötülerin sözcüsü”.

Bir yerde “iyiler”, diğerinde “kötüler”...

Siyaseten iyi yerde durmak iyi gazeteci olmak için yeterli mi?

Hayır. Ama gazeteciliği aktivizme ve militanlığa indirgeyenler için duygusal bir tatmin sağladığı kesin.

Ana Akım Kavramını İtibarsızlaştıranların Sorunu

“Biz aktivist değiliz, sadece gazeteciyiz” diyemedikleri için “Ana akım medya da aktivist ve hatta militan” diyorlar.

“Biz bağımsızız” diyemedikleri için “Ana akım da bağımsız ve hatta tarafsız değil” diyorlar.

Profesyonel olamadıkları ya da olmayı reddettikleri için profesyonel gazetecileri küçümsüyorlar.

Ve mantıklarını, giderek gazeteciliğin bir meslek olarak inkârına vardırıyorlar.

Mevzubahis medya kültürünün egemen olduğu periferik bir mecradan bağımsız ve profesyonel gazeteci yetişmesi istisnai durumdur. İstediğiniz kadar “namuslu”, velhasıl medya etiğine, meslek ilkelerine bağlı bir gazeteci olmaya gayret edin, çalıştığınız mecranın mülkiyeti siyasi hareketlerden ve partilerden bağımsız değilse, editoryal bağımsızlık mümkün olamıyorsa dürüstlüğün hükmü bir yere kadar.

Bu şartlarda profesyonelleşmek de bir o kadar zordur.

İyi gazetecilik profesyonellik, bağımsızlık ve namusluluk sacayağı üzerinde yükselebilir. Bu üçünden biri eksik olursa diğer ikisi hükmünü icra edemez ve ortaya çok sorunlu, eksik bir gazetecilik çıkar.

Profesyonellik, bağımsızlık ve namusluluğun bir arada, sürdürülebilir halde bulunup gazetecilerin mütekamil meslek insanları olarak yetişmesi için imkân, ana akım medyanın sunduğu iş ortamında yaratılabilir.

Doğrudur, geçmiş gitmiş ana akımdan çok sayıda satılmış, yandaş ve omurgasız gazeteci müsveddesi çıkmıştır ama üçlü standarda uygun yüzlerce iyi gazeteci de yetişmiştir.

Darılmaca yok.

Bu tartışmacılar, gazeteciliği aktivizmle, militanlıkla eşdeğer tutarak, Türkiye’de matbuatın önceki yüzyılda iktidar ve rejim mücadelelerinin bir vasıtası olarak yanlış bir yerde kurulmasından ötürü, medyayı da bir siyasi kavga alanı, muharrir ve muhabirlerini de “matbuat siyasetçisi” gibi gören ve bundan dolayı profesyonel gazeteciliği takdir edip layık olduğu konuma oturtamayan yerleşik ve bozuk bir medya kültürünü kendi zaviyelerinden tahkim ettiklerinin farkındalar mı?

İktidarın istediği tam da bu aslında.

Gazetecinin bir meslek insanı olarak değil de siyasi kavgaların basın siperinden karşı tarafa yumruk sallayan bir dövüşçüsüymüş gibi algılanması. Böylece ülkedeki kutuplaşma yüzünden gazetecinin meşruiyetini sakatlamak ve ona zulmetmek kolaylaşıyor.

Türkiye’de günahıyla sevabıyla bir ana akım medya vardı, artık yok. Mevtanın arkasından “İyi bilirdik” diyecek halde değiliz ama bu ülkenin canına okunmuş, çok sorunlu ve geri demokrasisine mütekabil bir ana akım medyaydı işte... Bu medya editoryal bağımsızlık, meslek ilke ve standartlarına riayet konusunda çok sorunluydu ama evet, söz konusu mecralarda sacayağıyla tarif ettiğim iyi gazetecilik inişli çıkışlı da olsa yapılabildi, hem de 60’lardan başlayıp 2010’ların ortalarında imkânsız hale getirilene kadar.

Buna mukabil sermaye ve mülkiyet yapısı bağımsızdı bu medyanın.

Ana akım medya neden ortadan kaldırıldı farkında mısınız?

Ülkenin okurunu ve izleyicisini “yankı odaları”na kapatmak için.

Tartışmacılar kendi küçük yankı odalarında yazıp çiziyor. Kendi seslerinin aksisedasını dinliyorlar.

İktidarın okuruna, izleyicisine ulaşma şans ve imkânları yok.

Okurun, onların ve iktidarın medyasının ne dediğinden aynı anda haberdar olarak, bunları mukayese edip, kendi sağlıklı kanaat ve tercihini oluşturma ve sandığa yansıtma imkânı son derece kısıtlı. Demokrasilerde değişimin ön şartı haberdar seçmendir. Artık ne demokrasimiz ne de ana akım medyamız var.

Yakın geçmişte, iktidarın tabanı dâhil geniş bir yelpaze tarafından takip edilen televizyonlar ve gazeteler mevcuttu ama. İşte bunları iktidar nihayet “zorla satın alma” yoluyla ortadan kaldırdı. Ana akımın sistemli biçimde yok edilmesi süreci 2008’de, astronomik vergi cezalarıyla başladı, 1 Kasım 2015 Genel Seçimleri sonrasında ana akım üzerinde kesin iktidar hegemonyası kuruldu ve son darbe mülkiyet devri ile indirildi.

Ana akım medyanın ortadan kaldırılması sonucunda meraklı ve ilgili bir okur kesimi, haberi ve perspektifi dış kaynaklı medyalardan veyahut sosyal medyadan elde etmeye yöneldi. Bu durum ülkeyi medya üzerinden dış kaynaklı manipülasyonlara açık hale getirmiştir. Ana akımı yok ederek kendi medya düzenini kurduğunu sanan iktidarın ülkeye yaptığı en büyük kötülüklerden biri budur.

Ana akım medya, gazetecilik yaptığı nispette kurulu düzendeki aksayan yönlerin sorgulanmasına hizmet eder. Çünkü gazetecilik eylemi, başlı başına eleştirelliktir, sorgulayıcılıktır, araştırmacılıktır.

Ana akım medya, geniş ve farklı kitlelere seslenebilen mecraların toplamı olduğu için demokrasiler açısından vazgeçilmezdir, “yankı odası” etkisini kırar, bir toplum olma bilincini destekler.
Bugün ana akım kültürünü kendi içinde geliştirerek gelecek kuşağa bir tohum olarak nakletme işlevini görmeye aday birkaç değerli internet haber sitesi ve bir dijital mültiplatform var. Mamafih bu mecralar, istihdam ettikleri, ana akımdan hicret etmiş birinci sınıf gazetecilere yaşama imkânı sunmaya yeter sürdürülebilir iş modelleri geliştirmiş değiller.

Teknoloji ve medya ilişkisi ne yönde gelişirse gelişsin günün birinde demokratik bir Türkiye ortaya çıkacaksa, bu Türkiye’nin bir de ana akım medyaya ve profesyonel, bağımsız, namuslu gazetecilere ihtiyacı olacak. Bu bir kesinliktir.

O halde muhayyel bir ana akım medyayı tartışalım... Tabii gerçekten ihtiyacınız varsa. Buna mukabil birbirini hasım gören toplulukların toplamında bir cemaat olarak yaşamaktan memnunsanız tartışmanın hiç âlemi yok.