Oedipus karmaşası, kastrasyon, narsisizm, dürtü, anksiyete filan derken, belli bir soyutlama düzeyinde, belli teorik araçları kullanarak bir kadın ve erkek olarak kendi kimliğimizi oluşturma süreçlerini, ötekilerle ilişkilerimizi (aşk/sevgi ve nefret ilişkilerini) nasıl ve hangi biçimlerde kurduğumuzu, ve otorite (yasa/yasak) karşısında hangi konumlara yerleştiğimizi anlamaya çalışıyoruz. Şu halde, cinsiyetler ve kuşaklar arasındaki farkların nasıl oluştuğunu, iç dünyamızın/bilinçdışımızın nasıl kurulduğunu, duygularımızın kökensel olarak nasıl biçimlendiğini, ilk sevgi nesnemizden/anneden nasıl ayrıldığımızı, dilin/kültürün ve toplumun bir öznesi olarak nasıl ortaya çıktığımızı ve tüm bu süreçlerdeki muhtemel sapma ve kırılmaları anlama çabası bu. Kurucu anksiyete, kayıp ve travmalarımızın neler olduğu ve onlarla başa çıkma stratejilerimiz de var demek ki burada. İnsan olmak, apaçık bir dehşet ve çaresizlik içinde maruz kaldığımız onca travma, kayıp ve anksiyetenin aynı zamanda benliğimizin en kurucu uğrakları olması demek çünkü.
Dünyaya geldiğimizde, henüz kendimizi ayrı bir varlık olarak bile temsil ve tahayyül edemez/düşünemezken, bir ruhsal ve zihinsel kapasitemiz/evimiz varsa bile, bu, yalnızca kendi ihtiyaçlarımız ve onların yol açtığı gerilim fazlalıklarından ibaretken, demek kendimizle dolu, kendimizden ibaret ve kendimizle sınırlı bir organizma iken öteki (yani hem somut öteki/anne hem dil olarak Öteki) ile ilişkilerimiz sayesinde dünyaya açılırız. Asıl dünyaya gelmek böyle başlar, ötekinden yola çıkarak kendi olma serüvenimin yamacında. Öteki sayesinde, ötekine yapışarak alelade canlılığımızı bir insan hayatı katına yükseltiriz. Bize hem bir ruhsallık/iç dünya bahşeden hem de bizi insanlığın düşünsel/kültürel/duygusal ortak mirasına kaydederek türün bir üyesi olarak yerimize, yasa/yasak/kültür düzenine yerleştiren Ötekinin söylemi/konuşmaları ve arzusudur. Nitekim varlığımızın özü olan arzu “Ötekinin arzusudur”. Adeta dünyaya açıldığımız bir soluk borusu işlevi gören öteki ile ilişkilerimiz, bu yüzden çok katmanlı, çok boğumlu ve o ölçüde sorunlu, iniş çıkışlıdır. Onun her bir anını ötekinden kopma/ayrılma ve ötekiyle kaynaşma/varlığın silinmesi tehditlerinin gölgesinde katederek ilerleriz. Demek bazen geriye doğru da, bir kıyıda.İnsanın kendini yaratmasının, kendi insan-oluşunu adım adım kazanması ve ilerletmesinin ne denli meşakkatli bir süreç olduğunu bir kez daha kaydetmiş olalım: hep bir sınırda, bir uçurum kıyısında, nefes nefesedir çünkü insan olmak. Acı ve kederi kat ederek, böylece edindiğimiz tahammül kapasitesi sayesindedir. İncecik ve kırılgan bir dengede, bir fazlalığı eksilte eksilte insan oluruz. Döne döne. Teslim olarak ve aşarak, mütemadiyen: Geçmişte kalmış ve artık yoksun olduğumuz saf bir doyum/zevk zamanının, bir eksiksizlik ve tamlık cennetinin gerçekte hiç var olmamış olduğunu acı içinde idrak ede ede ve tam da bu yüzden yüce komünizm fikrini/hayalini önümüze, öteye, ileriye yansıta yansıta… ışık olsun diye. Tam şimdi, dünya ve insanlık çöküyor ve çözülüyorken, dünyayı ve insanlığımızı kaybetmenin eşiğinde oyalanır haldeyken o hayal için daha çok cesur ve kararlı olmamız gereken zamanlarda değil miyiz?
Demek burada, bireylerin ve toplumların aynı ruhsal hastalıkları, aynı irrasyonel çılgınlıkları, aynı akıl tutulmalarını, aynı sapıklıkları, aynı ruhsal tatminsizlik ve açlık biçimlerini neden tekrar edip durduklarını anlamamıza yarayacak dinamiklerin neler olabileceğine dair merak var bir de.
Kastrasyon bir tür bedenin parçalanması, bir uzvun/uzuvların bedenden ayrılması, kesip çıkarılması edimidir: “Seks (cinsiyet, cinsel organ) Latince secare, sexion’dan (kesim, kesme eylemi) gelir. Daha isim bile bir kesimin, iki cinsi birbirinden ayıran ve efsanevi bir hermafroditliğe gönderen kesimin izini taşımaktadır. Ama sexion, hadım edilme aynı zamanda da cinsel organı bedenden ayıran eylemdir.”[1] Daha dar anlamıyla kastrasyon “üreme araçlarından yoksun bırakılmadır.” Penis hasedi gibi (kadın/erkek hepimizi) küçük düşürücü kavramları savunmaya devam etmeyeceksek eğer, Freudçu kastrasyonun içine yerleştirileceği en makul çerçeve şu olabilir: Erkek cinsel organı, yani herhangi koruyucu bir kalkandan yoksun, her tür etkiye ve muhtemel hasara ilk elden açık bu beden eklentisi, daha önce sözünü ettiğimiz üzere bedenin parçalanması, beden bütünlüğünün ortadan kaldırılması fantazileri kuran ödipal çocuk-özne için tam da bu çerçevede anlamlıdır. Deyim yerindeyse penisin kendiliğinden/bünyevi olarak zaten taşıdığı bu incinebilirlik özelliği, arkaplandaki bedenin parçalanması fantazisine yaslanır. Sö konusu fantazinin Lacancı ayna-evresiyle eşzamanlı olan parçalanmış beden imgesiyle sürekliliği ve akrabalığını yeniden not edelim.
Erkek ve kız çocuğunun penisin varlığı ve yokluğunu birlikte, eşzamanlı olarak keşfettiklerinden ve aynı şey karşısında dehşet ve kaygıya kapıldıklarından, aynı muammaya maruz kaldıklarından söz etmeliyiz şu halde. Beden bütünlüğünü kesintiye uğratan, beden şemasının birlik/bütünlüğünde bir kesik/süreksizlik yaratan bir yarılma mekanı/noktası olarak penis ya da yokluğu. Burada, imgesel düzeyin, imgesel düzeyde sonuçları/etkileri olan bünyevi bir olayın; -deyim yerindeyse- bir organın mevcut oluşunu mümkün kılan şeyin, geri planda onun yokluğuyla bir ve aynı şey oluşunun doğrudan, varlık ve yokluğun bir aradalığına /eşzamanlılığına, bir varlık/yokluk diyalektiğine, fark sorunsalına, velhasıl simgesel düzeye bağlanması, simgesel kaydı ortaya çıkarması söz konusudur. İleride yeniden ele alacağımız üzere, Freudçu biyolojik penis kavramının Lacancı fallus kavramına açıldığı noktadır bu.
“”Simgesel kastrasyona” maruz kalmak öznenin aile ağından dışarıya, daha geniş bir toplumsal ağa atılmasının bir biçimidir -yersiz-yurtsuzlaşmanın işletimcisi olarak Oedipus. Fakat Oedipus’un yine de dürtülerin başlangıçtaki “çokbiçimli sapıklığını” anne-baba-ben koordinatlarına “topladığı” olgusuna ne olacak? Daha kesin olarak, “simgesel kastrasyon” aynı zamanda, çocuk-öznenin bir niteliği bir bedensel Bütüne gömülmüşlüğünden soyutlama, onu artık belirli bir töze ait olmayan bir oluş olarak kavrama kapasitesi kazanarak, asıl anlamın, anlamın SOYUTLANMASININ düzenine girmesini sağlayan bir sürecin ismi değil mi?”[2]
Penisin iki cinsiyetteki bu değişkenliği, varlığı ve yokluğu demek ki, ikili bir karşıtlık düzeni eşliğinde gösteren mantığını sergiler. Çocuk-özne herhangi bir niteliği -sadece penisi değil diğer kısmi nesneleri de (meme, feçes, ses ve bakış)- bedensel bütüne, bedensel gestalt’ın bütünlüğüne ilişmiş/gömülmüş olmaktan soyutlayarak, onları artık belirli bir töze ait olmayan bir oluş olarak kavrama yetisini kazanarak, aynı beden parçalarını, “bedensiz organları” asıl anlamın, ilk anlamlandırma ediminin maddi zeminleri halinde tecrit eder, onları anlamın maddi desteklerine dönüştürür. Yani, “lakayıt-steril Olay erkeksi, cisimsel, nedensel temelinden kesilip çıkartılır (eğer kastrasyon bir anlama geliyorsa, sadece bu anlama gelir.) Ardından bu Anlam-Olayının akışı kendi başına özerk bir alan olarak kurulur, yani bedensiz simgesel düzenin bedensel cisimlenişlerine göre özerkliği sağlanır” (agy). Beden parçalarının en ilkel gösterenler olarak temayüz etmesidir bu. Başka bir deyişle aynı beden parçalarının, söz konusu kısmi nesnelerin çocuk-öznenin kendi ihtiyaçlarıyla ve anneyle kurduğu ilişkileri anlamlandırma özelliğine kavuşmasından söz ediyoruz madem, simgesel kastrasyon “bu nedenle son derece maddeci bir kavramdır, çünkü her türden materyalist çözümlemenin temel ihtiyacını karşılar.”
Son bir adım atarak kastrasyon fantazisinin -paradoksal bir biçimde de olsa-, insanın dağılma, parçalanma ve yok olma korku ve kaygılarının hükmettiği kendi tarih-öncesine bir sınır çekme, onu geride bırakma hamlesi olarak kavranması gerektiğini söylemeliyiz belki de. Daha sonra düşme, güçten düşme, gücünü ve bütünlüğünü kaybetme, geride kalma, sakatlanma, dağılma, edilgen bir konuma düşme ve kapasite ve yetenek kaybını temsil eden, oradaki duygu ve anlamları taşıyan tüm sembolik jestlerle yeniden aktüalize olabilen o tarih-öncesini geçersiz kılan bir kırılma anı olarak. İnsanı ölüme-doğru varlık, ölümlü varlık olarak düşünmemizi -dolayısıyla paralize edici bir teslimiyet ve aşağılanmayı- vaaz eden tüm bir gerici/metafizik retoriğin üstünü çizen bir moment olarak yani.
[1] A.Green, Hadım Edilme Kompleksi, Çev. L. Kayaalp, Metis, 2004, s.
13.
[2] S. Zizek, Organs Without Bodies, Routledge, 2004, s. 83 (Türkçe çevirisi: Bedensiz Organlar, Çev. Umut Yener Kaya, Monokl, 2013)