Memnuniyet Oylaması
Kemal Can

Steven Levitsky ve Lucan A. Way’in Rekabetçi Otoriterlik – Soğuk Savaş Sonrası Hibrid Rejimler* kitabından bir alıntıyı 31 Mart yerel seçimlerine uyarlayan Kadri Gürsel, 24 Aralık 2018 tarihindeki Birikim Haftalık yazısında şöyle diyor: 

“Ekonomik kriz koşullarında gidilen seçimlerde muhalefet partilerinin seçmenlerine düşen görev sandığa giderek iktidarı daha çok ter dökmeye mecbur bırakmaktır”. Uyarlanan alıntının yine Gürsel’in yazısında aktardığı orijinali de şöyle: “(Rekabetçi otoriter rejimlerde) Hükümet yetkilileri muhtemel bir muhalefet zaferinden korkar ve bunu önlemek için sıkı çalışmak zorunda kalırlar, muhalefet liderleri ise en azından bir başarı şanslarının olduğuna inanırlar. Rekabetçi otoriter rejimlerde iktidar sahipleri ter dökmek zorundadırlar”.

Birçok açıdan rekabetçi otoriter rejim karakteri gösteren Türkiye’de, iş bu terleme-terletme konusuna geldiğinde durum biraz karışıyor. İktidarın -ittifaklı veya ittifaksız olarak- rıza seviyesini korumak için sürekli terlemesi gerekse de, memnuniyet üretmek için fazla zahmete girdiği veya zorlandığı pek söylenemez. Hatta memnuniyet parametresinin kolaylıkla siyasi gündem dışına taşındığı bile iddia edilebilir.

Bunun sadece iktidarın gündem belirleme gücü, sınırsız kullanılan devlet imkanları, eşitsiz seçim şartları gibi gerekçelerle açıklanması pek isabetli görünmüyor. Bütün bunların önemli etkileri olduğunu kabul etsek bile, ortaya konulan sandıklarda neyin oylandığı, neyin seçiminin yapıldığı konusunun belirleyiciliği çok daha fazla. AKP iktidarının ikinci yarısında (2010-2019) neredeyse her sene ortaya bir sandık konularak daimi bir referandum süreci yaratıldı. Rekabetçi otoriter rejim için hayati olan “ölçme” ihtiyacı böylece fazlasıyla karşılandı ve her seferinde “adam kazandı” tescil ettirilebildi. 

Ancak, pek çok alanda göstergelerin terse döndüğü, rakamların ve anketlerin iyimser olmaktan uzaklaşmaya başladığı bu dönemde, bir başka önemli şey daha yaşandı. Seçimlerin, ortaya konulan sandık sonuçlarının, aynı zamanda bir memnuniyet oylaması haline gelmesi her defasında engellendi. Bu durumun özellikle son beş yılda iyice yükselen kutuplaştırma siyasetiyle çok yakın ilgisi olduğuna kuşku yok. Ancak, iktidarın bu belirleyicilik ataklarının (sadece siyasi partilerle sınırlı olmayan genişlikte) muhalefet tarafından nasıl karşılandığının da dikkate alınması gerekiyor.   

Söz konusu dönemde, rekabetçi otoriter rejim karakteristiği olan, bütün seçimlerin plebisite dönüştürülmesi, muhalefet tarafından ya aynı tür bir iddiayla (bu sefer tamam) karşılanarak ya da “pozitif muhalefet” iddialı bir aktör değişimi önerisiyle kabul gördü, açık ve örtülü biçimde onaylandı, hatta kimi zaman fazlasıyla beslendi. Muhalefetin motivasyonu da, moralsizliği de bu temel kabulün yarattığı beklentilerden veya sonuçlardan türedi. Bu anlamda, sistem içi siyasi rekabeti kabul ederek rejime meşruiyet kazandırma suçlaması fazla radikal bulunsa bile, sistem için siyasi rekabetin kendi kurallarına karşı bile bir ihanet, en azından ağır bir kusur işlendiği ortada. 

İktidarın, özellikle de Erdoğan’ın seçimlerde memnuniyet parametresinin yerine endişeyi koyabilmesinin etkisi, en çarpıcı biçimde 1 Kasım 2015 ve 24 Haziran 2018’de alınan sonuçlarda görüldü. Beklentilerin, güven endeksinin ve memnuniyetin gerilediği bir tabloda iktidarın oylarını koruyabildiğine şahit olundu. Buna karşılık, seçmene “olanlardan, yapılanlardan, gidişattan memnun musunuz?” sorusu sorulamadı, buna cevap alınamadı. Soru bu olmadığı için, memnuniyetsizlikle ilgili bir cevap ortaya çıkmadı. 

Hâlâ bazı önemli merkezlerde eksikler olsa da yerel seçim için aday belirleme sürecinin artık sonuna gelindi. Üç aşağı beş yukarı partilerin seçim stratejileri de ortaya çıkmış durumda. Önümüzdeki haftalardan itibaren kampanyalar hızlanacak ve yavaş yavaş araştırma sonuçları servis edilmeye başlanacak. Seçimler hakkında giderek daha fazla konuşulacak ama siyasetin derinleşeceğine ilişkin işaretler belirmiş değil. İktidarın, 31 Mart seçimini de yıllardır yaptığı gibi bir referanduma dönüştürme niyeti gayet açık.

Bahçeli, çok erken bir aşamada bunu bir tehlike olarak zaten işaret etmişti. Erdoğan da, giderek dozunu artırdığı üslubuyla bu rotayı iyice belirginleştirdi. Hatta Erdoğan, aday seçimleriyle hemen her merkezde gerçek adayın kendisi olacağı bir seçim atmosferi kurguladığını da gösterdi. Seçim şartlarındaki eşitsizliği saklamak yerine daha da belirginleştirmek de, “peşin galibiyet” için devreye sokulmuş durumda. Yani iktidar yeterli rıza seviyesini korumak için, çok iyi bildiği ter atma idmanına başladı. Buna karşılık, Kadri Gürsel’in Levitsky ve Way’den aktardığı türden bir zorlanmanın koşulları pek görülmüyor. En azından bu zorlamaya aday aktörler ortada yok.

Ekonomik kriz koşullarının bir cezalandırma seçimi yaratabileceğine ilişkin beklentileri fazlaca dillendiren, hatta aksi bir tablodan duyacağı hayal kırıklığına erkenden hazırlanmış duran ana muhalefet partisi (ve seçmeni), iktidar için bir terletme hazırlığı içinde değil. Seçimin referandum niteliğini simgeleyen iki önemli merkezdeki (İstanbul ve Ankara) muhalefet ittifakı adayları, değil memnuniyet oylamasını zorlamak, sanki yeni belediye olmuş şehirler için yarışa çıkar gibiler.

İktidar partisinin bile daha önce seçilmiş belediye başkanlarını görevden alarak önlem almaya çalıştığı memnuniyet meselesinin çok uzağında geziyorlar. Randevu taleplerine karşılık bekleyerek seçmene onay merciini belirlemede yardımcı olmayı seçiyorlar. Sadece, Taksim meydanının önceki ve şimdiki fotoğraflarını yan yana koyarak bile, “daha mı iyi oldu, memnun musunuz?” sorusuna net bir cevap almak mümkünken, yıllar sonra Gezi’yi kriminalize ederek AKM’nin yıkılıp caminin yapmasını oylatacak iktidarın yolunu açıyorlar. Terletmeyi değil, örneğin HDP ile yan yana gelmekten korkarak kendileri terlemeyi seçiyorlar.

Alternatifini üretmeden kötü olanı göstermenin sonuçsuz kalabilecek bir siyasi strateji olacağı düşünülebilir elbette ama memnuniyetsizliği ve farkı görünür kılmadan “daha iyi olma” iddiasının altının boş kalacağına da kuşku yok. Pozitif muhalefetin, kutuplaştırıcı dilden uzak kalmanın, projelerle öne çıkmanın siyasetin derinleşmesine garantili bir katkısı olmamasına rağmen sonuç alabilecek bir siyasi iletişim yöntemi sayılması mümkün ama siyaseti böylesi bir “hizmet rekabetine” çekerken bile “memnuniyetsizlik” meselesi bu kadar gündem dışına çıkartılamaz, hatta daha da öne çıkarılması beklenir. Oysa, bir süredir önemli popülist siyasi dayanaklarından biri olan “hizmet” iddiasını -sadece geçmişi hatırlatmakla yetinerek- terk etmiş olan, sadece yapılan kimlik sayımlarına yaslanan iktidarın yumuşak karnı burası.

2001 Ağustos’unda Birikim’de “Türkiye Artık Seçimi Konuşacak” başlıklı yazıda şöyle yazmışım:

“Türkiye siyaseti, bir ‘memnunlar demokrasisi’ olmak için daha çok genç. Sadece altı milyon beyaz yakalı ‘beyaz Türk'ü’ memnun edecek ve mümkünse ‘öteki Türkiye’yi’ de elverişli enstrümanlarla bu tercihlerin peşine takacak formülü biraz zor bulursunuz. Bulsanız da, iki yılda yamaları patlar ve yine ‘değişim’i tartışmaya başlarsınız. O yüzden herkesin biraz daha politik zahmete katlanması gerekiyor...” 

Bu yazıyı bugüne uyarlarsak, terletmek için biraz terlemek gerek. 



* Competitive Authoritarianism – Hybrid Regimes After the Cold War