Avustralyalı genç bir kadın, Sayraphim Lothian, minik oyuncaklar yapıp bir yerlere bıraktığını, üzerlerine de “yabancı, bu senin için” yazdığını anlatıyor - tanımadığın birinden, beklemediğin anda bir armağan almak. Guerrilla Kindness diye de bir kitap yazmış bu işleri anlattığı.
İnsan topluluğunun bir varlık değil de boşluk olduğunu, varolabilmesi için ilişki ağlarına, örüntülerine ihtiyaç bulunduğunu Roberto Esposito’dan önce de biliyorduk aslında (Terms of the Political: Community, Immunity, Biopolitics (Commonalities), 2013, Fordham University Press, çev. Rhiannon Noel Welch). Karşılıklılık. Ben sana bir şey veririm, bilirim ki sen de bana bir şey vereceksindir. Zamanı geldiğinde. Aradaki bu zamandır işte topluluğu kuran. Armağan alıp vermeyi alışverişten ayıran. Çünkü şeylerin değerini veren, zamandır. Hiç kapanmayan hesaplar, bitmeyen borçlar. Kuşaklar boyu devam eden armağan döngüleri. Arz talep dengesiyle, sezon indirimiyle falan alakası olmayan başka bir değerler evreni. Dikkatle, ince ince dokunmuş bir örtüde ipleri değil örtüyü görürüz; toplumu kuran ilişki ağları bu ipler gibidir, dikkatle bakınca görürsünüz, onlar olmasa toplum da yoktur.
İlişki ağları, belirli nesnelerin etrafında kurulur. Tesadüfen oralarda olan birilerini tesadüfen o şekilde bağlayan şeyler değildir. Elbette. İşte bu “şey”lerin neler olduklarına ilişkin rivayet muhteliftir. Korku mudur mesela ya da sevgi? Dayanışma ihtiyacı? İşbölümü? Devlet? Arkeolojik kazılara bakacak olursak, tapınak. Ama sonra düşün dur, tapınak mı hakikaten oranın adı? Belki de ürünleri depolamakla tanrılara kurban vermek arasında bizim hayal ettiğimizden farklı bir ilişki vardı? Toplumun dokusunu anlamaya bu düğüm noktalarından başlamak, oradan açılıp genişlemek iyi bir yoldur. Düğüm noktalarından, onlar hakkında anlatılan hikâyelerden, rivayetlerden. Çünkü işte, anlam çerçeveleri denen şey (siz ona isterseniz kültür dersiniz, ister ideoloji hatta söylem! Meşrebinize göre) bunlardır. Dünyayı onlarla anlarız.
“Ben gizli bir hazineydim, bilinmeye muhabbet ettim, bilineyim diye mahlûkatı yarattım” hadisi, varlığın (bu kez toplumsal varlıkla sınırlı olmayan bir “yaratılmışlar alemi”nden söz ediliyor) bir hazine/armağan etrafında, onu “bilmek” üzere oluştuğuna işaret eder. Topluluğu kurucu bir varlık olarak hazine/armağan. Çok güçlü bir imge.
Bir “hazine” etrafında oluşan topluluk fikrine Durkheim’da da rastlarız. Etrafında ayin yapılan totem, topluluğun sembolüdür - kendilerinden büyük bir şeyin parçası olduklarını bilirler, orada artık boşluk değil, bir “fazla” vardır. “Toplum, onu oluşturan bireylerin toplamından fazladır” dediği, o fazladır işte. Onu yeniden üretmek lazımdır, bütün o ritüeller bunu amaçlar: topluluğu sürdürmeyi. Sanki biz onu değil, o bizi yaratmış gibi. Belki gerçekten öyledir?
Metafizik bir varlık (bir hazine-totem) etrafında değil de sözleşmeyle bir arada duran topluluk fikri, bizim onu yarattığımıza inanmamızı sağlar. Leviathan’ı yaratan bizizdir. Korkumuzdan. Ya da Freud’un versiyonunda, suç ortaklığımızdan (niye biz olsun, adamların suç ortaklığından!).
Yirminci yüzyılın sonuna geldiğimizde, Özne’nin, Tarih’in, Büyük Anlatılar’ın, onun, bunun ölüp durduğu söylendi durdu biliyorsunuz. Bu ölüm ilanları da başka bir rivayetti herhalde. Ama işte, sadece bu rivayetler değil, onlara sebep olan değişimler de kolayca üstesinden gelinebilir şeyler gibi durmuyordu. Hepimiz fark ettik, yeni bir çağ gelmekteydi. Eski güzel zamanlar hakkında konuşanlar da farkındaydı bunun, yeniyi hevesle kucaklamaya hazırlananlar da. Toplumu dokuyan ipliklerin gevşediği, söküldüğü bir zaman - katı olan her şeyin buharlaşmasının artçı dalgaları gibi. Dağılma ve çözülme zamanı.
Bana öyle geliyor ki, bu dağılmanın sebeplerinden biri, görmezden gelinen büyük kayıplardı. Unutmuş gibi yaptıklarımız. Olmamış gibi. Hiç olmamışlar gibi. Türkiye tarihindeki o boşlukları düşünüyorum mesela. “Ermeni hadisesi”nden zorla kaybedilmelere, köyü yakılmalara, iş cinayetlerinden “sosyal ölüm”e mahkûm edilmelere. Bunların birer kara delik gibi toplumun dokusunu yuttuklarını, ipliklerin ucunu içlerine çekip söktüklerini düşünüyorum. Kara deliklerin yakınlarındaki nesneleri yutarak büyüdüklerini, genişlediklerini, böylece yeni nesneleri de yutabildiklerini… hatırlıyorum. Hazineleri, totemleri, sözleşmeleri, anlam çerçevelerini, özneleri, yüklemleri… Zamanı.
İpliklerin etrafında dolanıp birbirlerini buldukları, oradan açılıp genişledikleri düğümlerin (hadi kaybolması demeyelim) gevşemesiyle ortaya çıkan boşluklarda yaşamak nasıl bir şey? Bunu özgürleşme olarak mı tecrübe ederiz yoksa kaybolma olarak mı? Bana öyle geliyor ki, bunlar çok kolay sorular değil. Ama sormaya ve düşünmeye değer sorular. Bunları düşünürken, aklımda işte o minik oyuncakları yapan kadın var. Acaba boşlukları armağanlarla doldurmayı mı istedi? Onlarla yeni iplikler atmak, ilişkiler kurmak, anlamlar yaratmak… Şöyle bir şey diyor: “İnanıyorum ki, birine verebileceğiniz en büyük armağan, zamandır. Ve işte bu oyuncaklar, onun simgesi benim için.” Bir de şöyle: “oyuncaklar sadece bulanlar için birer armağan değil; koyduğum yerlerde, parklarda, duvar diplerinde, okul bahçelerinde… fotoğraflarını çekip instagramda paylaştığımda, insanlar çok mutlu olduklarını yazıyorlar. Sanki armağanı onlar almış gibi.”
Belki de bütün o selfie’ler, instagram hikâyeleri, bloglar… narsisizme değil de boşluğa düşme korkusuna, bulunma arzusuna işaret ediyordur.