“Çoğulculuk” (pluralism) siyaset terminolojisine görece yeni girmiş bir terim olmakla birlikte, günümüzde oldukça sık telaffuz edilir oldu. Genellikle olumlu denecek çağrışımları var. Çok zaman, “istenilir”, “iyi” bir şey olarak anılıyor – aynı zamanda “modern” ya da Türkiye’deki siyasi jargona göre, “çağdaş”. Zaten genellikle “iyi bir şey” olduğuna inanan ve herkese salık verenlerin ağzından duyuyoruz “çoğulculuk” kelimesini. Her konuda olduğu gibi, beğenenlerin yanında beğenmeyenler de olacağını tahmin edebiliriz. Ama onlar bu konuyu sessiz geçiyor olmalı; beğenmiyorsa sözünü de etmiyor, ama “çoğulculuk” kötü bir şeydir. Zinhar buna kapılmamalıdır” diye açık açık konuşana hiç rastlamadım.
Hele Türkiye gibi bir ülkede biraz şaşırtıcı bir durum. Neden “hele Türkiye gibi” diyorum? Çünkü bizim kültürümüzde ve özellikle siyasî kültürümüzde, asıl değer verilen şey, “birlik ve beraberlik”tir. Öyleyse, niçin çoğulculuk kavramına karşı teorik düzeyde bir savaş başlatılmıyor? Bu soruya verilecek kesin bir cevabım yok, ama bazı varsayımlarım var.
Bütün dünyada olumlu anılan bir kavram. Bunun bir ölçüde payı olabilir. Hani şimdi bir adam ortalığa atılıp “Bütün zenciler köle olmalıdır!” diye bağırsa pek hoş kaçmaz ya. Böyle olması gerektiğine içinden inananlar dahi bunu yüksek sesle söylemenin kendileri için pek iyi sonuç vermeyeceğinin farkındalar. Bu da öyle.
Çoğulculuğun türleri var tabii; örneğin, “etnik” çoğulluk ve çoğulculuk. Burada da “monistik” yaklaşımların alıcısı pek kalmadı. Bizde bile politikacılar etnik farklılık ve çoğulluk sözkonusu olduğunda “Bu bizim zenginliğimizdir” edebiyatı yapıyorlar. Yaptıkları edebiyata kendilerinin ne kadar inandığı ayrı soru.
Tabii “toplum” dediğimiz varlık, bütün karmaşıklığıyla, her türlü çoğulluğun doğduğu ve yaşadığı yerdir. “Etnik” olanı bunlardan biri. “Çıkar”ların çoğulluğu olur, inanç ve fikirlerin çoğulluğu olur. Yalnız –sözgelişi– “liberalizm” ve “sosyalizm” gibi “majör” çoğulluklar değil, bunlardan birinin içindeki pek çok farklılık. “Çoğulculuk” dediğimizde bunların hepsi devreye giriyor. Yani “birlik ve beraberlik” idealine pek yer kalmıyor. Aslında dünyanın gerçekliği de bu.
Ama toplum çoğulluğunu sürdürmekte ne kadar kararlı olursa olsun, “birlik ve beraberlik” diyenler de ondan aşağı kalmıyor. Onlar da bir tornadan çıkmış bir toplum idealinden vazgeçmiyor.
Türkiye’de bugünkü rejimi düşünün. Bu rejimin fikirler düzeyinde bir çoğulluğu mutlu olunacak bir şey gibi görmesine imkân var mı? Ama doğrudan çoğulculuğu hedef alan bir söylemlerine rastlamadım – belki benim gözümden kaçtı.
Ancak, çoğulluğu ve çoğulculuğu olması gereken ideal değil de, bir engel ya da eksiklik, olumsuzluk olarak görenleri pek fazla yadırgamıyorum. Hak vermiyorum, ama yadırgamıyorum da, çünkü bu tavır, öteden beri bildiğimiz, alışık olduğumuz tavır. Onun için, çoğulculuğa gizli veya açıktan karşı olanlardan çok onun hakkında olumlu konuşanları merak ediyorum. Bu “teveccüh”leri ne kadar sahici? Övgüleri içtenlikli de olabilir. Olabilir, çünkü insan kendi hakkında sık sık yanılır. Yani, “çoğulculuk” (ya da herhangi bir şey) üstüne olumlu şeyler söyleyip kendisiyle somut düzeyde yüz yüze gelince hiç de çoğulcu davranmayan birileri de olabilir. Olması hiç şaşırtıcı değildir.
İnsanoğlunun doğal ya da hiç değilse upuzun bir tarih boyunca oluşmuş alışkanlığı, başkalarını da kendisi gibi düşünmeye davet etmesidir. Örneğin “siyaset” dediğimiz şey, baştan sona, bu demek değil mi? Ama “çoğulculuk” dediğimizde bundan toptan vazgeçmiş oluyoruz.
Dünyanın genel gidişine baktığımızda, çoğulculuğu erişilmesi için çalışmaya değer olumlu bir yapılanma olarak görenlerin daha çok muhalefetler olduğunu, iktidarların ise “birlik ve beraberlik” kutbuna daha yakın durduğunu görüyoruz. Bu da anlaşılır bir şey. Tabii demokratik deneyimleri daha zengin toplumlarda muhalefet kadar iktidar da bu kavrama aynı derecede saygı duyuyor olabilir. Böyle olunca, “çoğulculuk”, çok zaman, muhalefette olanın mantıken zaten bulunduğu “azınlık” konumundan, “benim varlığıma razı olun” demesi anlamına gelebilir. Bunu diyenin, kendisi iktidar olursa ne yapacağı belli değildir. “Sözünün eri” çıkabilir de, çıkmayabilir de.
Demokrasi –bana sorarsanız– dünyanın hiçbir yerinde gerçekten vaat ettiklerini yerine getirecek kadar derinleştirilmiş veya yaygınlaştırılmış değil. Gene de, bütün dünyada, bir saygınlığı, çok zaman söz düzeyinde kalsa da, bir dokunulmazlığı var. Onun için, otoriter-otokratik yönetimlerde de “Elbette farklı fikirler olacak. Demokrasi bunu gerektirir” edebiyatı yapılıyor. Ama orada fiilen varolan muhalefetin sözü edilince, “Bunlar toplumu bölmek için ‘fikir’ kisvesi altında nifak yaratıyor” söylemine geçiliyor. Demokrasi tabii iyi bir şey, ama bunlarla olmaz! “Çoğulculuk” da bunun gibi bir şey, şüphesiz “iyi” bir şey; ama buradaki bu adamların bu yanlış fikirleri topluma aşılamaya çalışmasına izin verilemez!
Siyaset bir mücadeledir. Mücadele olmayınca siyaset de olmaz. (“Siyasetsizlik” demek olan diktatörlük olur). Ne var ki “mücadele” dediğimiz şeyin de çeşitli biçimleri olduğunu görmek gerekiyor. Aslında bunların birçoğunu geçmişte gördük. Gördük ve sonuç çıkardıksa, mücadelenin (siyasi mücadelenin) yalnız düşmanlar arasında geçen bir şey olmadığını, böyle olması gerekmediğini anlamamız beklenir. Bu konuda Chantal Mouffe’un son kitabında (For a Left Populism, Verso, 2018) dikkat çektiği bir nokta akla geliyor. Mouffe, “agonistik” deyimini gündeme getiriyor ve “mücadele ille ‘antagonist’ olmak zorunda değildir, ‘agonistik’ de olabilir” diyor. Bunun Türkçesi düşmanlar arasında değil, rakipler arasında geçen bir mücadele. Birincisi savaş olgusundan türetilen bir algı. Savaştığın kişi düşmandır ve yok edilmesi gerekir. İkincide, sözgelişi bir “spor” karşılaşmasını düşünün. Örneğin bir yarış. Yarışta bütün rakiplerinizi geçmek için elinizden geleni yaparsınız; ama bilirsiniz ki her zaman, her yarışta “rakip”leriniz olacaktır. İlk medeniyetlerle altı bin yılı geçen bir süreye yayılmış dünya deneyimi, “savaş”tan “yarış”a geçmenin gereğini anlayacak ve sindirecek olgunlaşmayı sağlamış olmalıdır, diye düşünebiliriz; ama öyle değil. “Mücadele”yi yalnız “savaş” bağlamında düşünmekten ve buna göre davranmaktan vazgeçmeyenler hâlâ varlar, hem de çoklar.
Bu durum aşılması hiç de kolay olmayan bir ikileme yol açıyor. Ben diyorum ki “çoğulculuk” iyidir, her zaman benim gibi düşünmeyen ve bana karşı çıkanlar olacaktır. Şimdi, bunların bazıları da “iktidarı bir ele geçireyim, bunların hepsini tepelerim” diye düşünüyorsa, ne olacak? Ben o adamın beni tepeleme tutkusunu desteklemiş oluyorum. Bu aşamada, beni fiilen tepeleme hakkını değil de, beni tepelemek isteme hakkını savunmuş oluyorum; ama, onun da dediği gibi, bir yolunu bulup “iktidara gelir”se ve iktidarın verdiği araçları kullanmaya başlarsa, istediğini gerçekleştirmesi de mümkün hale gelecektir.
Öte yandan, böyle bir ihtimalin varlığı, çoğulculuğun hiçbir zaman gerçekleşememesine de sebep olabilir. Örneğin Türkiye sağı, yılları yılı, komünizmin “demokrasi düşmanı” olduğunu, bir kere iktidara gelecek olursa demokrasiyi ortadan kaldıracağını (bunu söylemekle Türkiye’de “demokrasi” diye bir şeyin varolduğunu söylemiş oluyorlar) iddia etti. Komünizmin iktidara gelip bu kötülükleri yapmasına engel olmak için işi baştan sıkı tutmak ve ülkede komünizmin varlığına izin vermemek gerekiyordu. Bu da aslında komünizme demokrasiyi yıkma imkânı vermemek için demokrasiyi kendi elimizle yok etmek dışında bir anlam içermiyordu.
Yani çoğulculuk, söylemesi kolay olsa da, yapması pek kolay olmayan bir şey. “Agonistik” dedim, Mouffe gibi; bu zaten Yunan sporundan, olimpiyatlarından türeme bir kelime. “Spor” ya da “yarış”, “oyun”la benzerlikler taşıyan eylemler. “Oyun” dediğimizde, “spor”da olduğu gibi, kurallar var. Oyun oynamanın ön-koşulu, kurallara uymayı kabul etmek. Kurallara uymadığımız anda oyun bozuldu demektir. Çoğulculuk da böyle: Sizin X’in varoluş hakkını kabul etmeniz için X’in de sizin varoluş hakkınızı kabul etmesi gerekiyor.
Tabii sorun bununla çözülmüyor. “Kabul ettim” demişken fikir değiştirenler ya da ta başından herkesi kandırmayı aklına koymuş olanlar bulunabilir. Bunlar hafife alınacak ihtimaller değil; sonuçları da bir hayli ağır olabilir. Ama bu konuda her adımda gördüğümüz gibi, karşıtı da doyurucu bir çözüm olmuyor. “Ben X’i tanırım. O bu kurallara saygı duymaz ve ilk fırsatta bozmaya bakar. Onun için X’i oyuna almamalıyız.” Yani, gene demokrasinin çiğnenmesi. Üstelik, bir suç işlemeden, suç işlemiş muamelesi görmek gibi, demokrasiyle ve hukukla bağdaştırılması güç bir durumla karşılaşıyoruz. Bunlar, zaman ve zeminden bağımsız “ilkeler” dünyası ile zamana ve zemine sıkı sıkı bağlı siyasî pratik arasında aşılması güç bir gerilim yaratıyor.
Bu gerilimin aşılması kolay değil. Demokratik gelenekleri daha uzun zaman içinde biçimlenmiş, demokratik teamüllere saygılı bir toplumda da, belirli koşullar, anti-demokratik bir çoğunluk oluşmasını engellemiyor. İşte Donald Trump ve Amerika Birleşik Devletleri! Önümüzdeki seçimde Trump kaybedebilir – güçlü bir ihtimal. O zaman, “İşte Amerika’nın demokratik birikimi Trump gibi bir demokrasi arızasını giderdi” deriz. Ama Trump kazanabilir de. O zaman ne diyeceğiz?
Dünyanın bir “popülist diktatörlükler” çağına girdiğini söyleyip duruyoruz. Öyle olmadığını söylemek pek inandırıcı değil. Bu çeşitli popülist diktatörlükler arasında seçim kaybedeni de henüz yok.
Bu zor durumda, yakında çözüleceğine dair bir işaret vermeyen bu ikilem karşısında, uzun vadede doğru olanın ilkeleri savunmaya devam etmek olduğu kanısındayım. Sakıncalarının elbette bilincindeyim ve bu yazıda bunları özetlemeye çalıştım. Ancak, dünyada “demokrasi düşmanları” var diye demokrasiden vazgeçmenin bir “çözüm” olduğuna inanmıyorum.
Türkiye’de iktidar toplumun yarısını “düşman” ilan etmekte, kendi militanlarını muhalefete karşı hesapsız bir öfke ve kinle donatmakta pervasız davranıyor. Benzer kaynaklardan beslenen ve benzer yapılanmalara dayanan öteki popülist diktatörlüklerde olduğu gibi. Bunun karşısında bir muhalefet oluşacaksa, aynı araçları kullanmaktan kesinlikle (ve inandırıcı bir şekilde) uzak durmalıdır. Bu gidişin çok tehlikeli olduğunu o cepheden de kavrayanların çoğalması Türkiye toplumunun demokrasi mücadelesinin çok önemli ve zorunlu bir parçası.