Kirli Ölüm
Derviş Aydın Akkoç

Temiz serin döşeklerde uzanıp, bu dünyadan ağrısız sızısız bir şekilde göçüp gitmeyi arzulamak: Hayattaki eşitsizlikler ölümde de geçerlidir oysa. Pek az insan rahatça ve huzur içinde gözlerini yumar. Ne var ki, bedensel açıdan rahat bir şekilde ölmek istemekle ruhsal açıdan huzurlu bir şekilde ölmek istemek arasında farklar olsa gerek. Her insan huzurlu bir ölümü arzular, kimse istemez huzursuzluktan kıvranarak can vermeyi. Ama Adorno’nun huzurla ölen bir insanın hayatı bir alçaklıklar dizisinden ibarettir yollu sözü, ister politik ister teolojik her türden huzurlu ölüm isteğine tebelleş olacak cinstendir. Güya kişi kendi hayatının hesabını, alacaklarını ve borçlarını kapatmıştır da, bundan sonrası hiçliğe –ya da “öte dünya”ya– gülümseyerek gitmekten ibarettir. Fakat kişi yaşamıştır, Yusuf Atılgan’ın Zebercet’inin “bu dünyada hayatta kalmanın suç işlemeden olamayacağını” bilmesi gibi, Adorno’da da yaşamın değilse bile hayatta kalmanın, özellikle başkalarına karşı suç işlemeden sürdürülmesinin imkânsızlığı söz konusu… Huzurlu ölüm kişinin kendi suçlarını örtbas etmesi, geçiştirmesi, unutmasıdır, bundan ötürü de bağışlanmaz bir alçaklıktır…

***

Bu tatsız huzurlu ölüm isteğinin yanı sıra, bedensel bir rahatlıkla hiçliğe gömülmek istemek de var ama. Elden ayaktan düşmeden, ortalığı ayağa kaldırmadan, kimseye muhtaç olmadan sessizce yol almak: huzurlu ölüm çoğun siyasal bir alçaklıkla, iktidarla alakalıysa kimselere yük olmadan bu dünyadan ayrılmak istemek de haysiyetle alakalı galiba. Hayatın acılarına ve haksızlıklarına vakarla karşılık vermeye çalışmak, olabildiğince insan kalmak için didinmek ama işte zamanla bunamak, konuşamamak, hatırlayamamak; yerinden kımıldayamamak, ya da güç bela kıpırdamak, titrek bacaklarla sözgelimi tuvalete gidememek, dişsiz bir ağzı açıp da bir lokmayı yutamamak, hayat ve ölüm arasında bir yerde bir ucubeye dönüşmek… 

Bu minvalde, Samuel Beckett’te ruhsal kırılmalardan daha korkunç ve karanlık olan bir şey varsa o da bir bedene sahip olmaktır, işi gaddarlığa vardırarak insanın elinden rahat ölümü de alır Beckett, zira insan doğmuştur, bedenin acı çekmesi kaçınılmazdır: 

“Bir gün kör olacaksın. Benim gibi. Bir köşede oturuyor olacaksın, boşlukta kaybolmuş küçük bir leke. Karanlıkta kalacaksın sonsuza dek. Benim gibi. Bir gün, yoruldum, oturayım deyip bir kenara oturacaksın. Sonra, acıktım, diyeceksin, kalkıp yemek hazırlayayım. Ama ayağa kalkamayacaksın. Oturmakla hata ettim, diyeceksin. Ama madem ki oturdum, biraz daha oturayım, sonra kalkıp bir şeyler yerim, diyeceksin. Ama hiç kalkamayacaksın, bir şey de yiyemeyeceksin. Biraz duvara bakacaksın. Sonra, gözlerimi kapayayım, diyeceksin, belki biraz uyusam daha iyi olur diyeceksin ve kapayacaksın. Açtığın zaman artık duvar olmayacak. Boşluğun sonsuzluğu çevreni saracak. Bütün çağların yeniden dirilen bütün ölüleri dolduramayacak o boşluğu. Bozkırın ortasında ufak bir çakıl taşı olacaksın. Evet, bir gün neyin ne olduğunu anlayacaksın. Benim gibi olacaksın. Yalnız senin kimsen olmayacak, çünkü sen kimseye acımamış olacaksın ve zaten acınacak kimse de kalmamış olacak.”[1] 

Samuel Beckett’in tasvir ettiği trajik “son”, bedenin kalan son enerjilerini de çarçur etme hâlleri, duyuların kaybı, küçük isteklere –oturmak– eşlik eden o büyük kaygılar, pişmanlıklar… İnsanın kapkara yazgısı olarak beden ve bedenin içine doğduğu, doğup da azar azar çürüdüğü koşullar: Hastanelerin, tımarhanelerin, hapishanelerin, huzurevlerinin, bakımevlerinin, fabrikaların ve hatta ofislerin duvarlarına bakarak ölümü bekleyen, beklerken acılar çeken, eklemleri tutmayan, gözlerinin feri sönen, omuzları sızlayan, bel ağrılarından kıvranan insanların zamana yayılmış sancılı ve yavaş ölümü. Haysiyetsiz ölüm. Müşterek kader: Temiz değil, kirli ölümdür…

***

Ölüm, kapitalizm ve siyaset pratikleri tarafından hiç olmadığı kadar çok siyasallaşmıştır. Ölüme ayarlı hayatları yaşarken insanın içinde taşıdığı o boşluk duygusu ise hiçbir surette ve hiçbir şeyle doldurulamayacak gibidir. Ne din, ne Tanrı, ne de başka bir uğraş... Sonsuz bozkırda çakıl taşları sadece… Hareketsiz…



[1] Samuel Beckett, Oyun Sonu, çev. Genco Erkal, İstanbul: Mitos Boyut, s. 43.[1] Samuel Beckett, Oyun Sonu, çev. Genco Erkal, İstanbul: Mitos Boyut, s. 43.