Işık, Daha Az Işık...
Derviş Aydın Akkoç

Her şeyin bunca birbirine “yakın”, her şeyin bunca birbirinden “uzak” olduğu bir zaman... “Yakın” ya da “uzak”, “sıcak” ya da “soğuk”, “ışık” ya da “karanlık”: hiçbir şeye işaret etmeyen ölü gri kelimeler mi yoksa sadece bunlar? İçi boşalmış adlar defilesinde arz-ı endam eden pejmürde ses parçaları... Peki ya, bu köhne ses enkazından, bu bomboş adlar çölünden yükselen boğucu uğultu, bu tarifsiz çatırtılar da neyin nesi? Bir şeyler usulca çatlıyor, sonra azar azar kırılıyor, dikiş yerlerinden sökülüyor sanki; ve bütün anlamlar kirli bir sürahi görüntüsü gibi adeta zihnin dehlizlerinde geziniyor, bozuluyor, dağılıyor... Sadece kulaklar değil, gözler de yığınla çerçöpün taarruzu altında üstelik: ticari ışıklarla kamaşmış gözler olanı biteni artık seçemiyor, ayıklayamıyor; görüldüğü farz edilen şey astigmat krizleriyle bulanık dolaşık bir dünya yalnızca... Bu ufalanmanın, bu çözülmenin etkisiyle belki, ne vakit başladığı bilinmeyen bir panik yerine göre, yerine göre büsbütün bir kayıtsızlık ya da ancak failine kıyan bir kızgınlık: “ben de bu dünyaya geldim geleli...” 


***

Ama sakin olun diyordu Kafka, kıpırdamayın, sabırlı olun, tepki göstermek yerine anlamaya ve kavramaya çalışın, o bin türlü maskeler içindeki “dünya” az sonra kendini açacak, gösterecektir... Kendini açan ve gösteren dünyada insan kendi yitik anlamını, unutulmuş amacını ve nihayet kendi “yeri”ni de kavrayacaktır. Hem şeytanın en büyük ayartısı insanı mücadeleye ve savaşa çağırmasıdır; Kafka’ya göre bu savaştan insan asla galip çıkamaz, sonu hezimet ve hüsrandır; mücadeleye çağıran şeytana karşı önlem almadır insan: beklemek, müdahale etmemek, yaklaşan, kendini duyuran dünyaya bakmak, işleyişini kavramak, hareketlerini takip etmek, iç bağlantılarını yakalamak; “görmenin” zevkine yaslanarak elbette...

***

Önünde sonunda bir özne olma imkânı atfeder insana Kafka: peçeler, sonsuz ilişkiler içindeki dünya hâlâ “erotik bakışın” menziline sığacak, radarına yakalanacak cinstendir. Fakat çok sular akmıştır Kafka’dan bu yana, kaldı ki ortada hâlâ çözülmemiş bir “ışık” belası vardır. Işık, “loş” bile olsa nesnesini aydınlatır, onu belli belirsiz görünür hâle getirir; ışığın aydınlattığı nesneyi gören kişi de yavaş yavaş ferahlar. Ama ışık kendi kaynağını her durumda gizler, bir şeyi açığa çıkarırken onu kapatıp örter de, ve tam da bu nedenle karanlıktan çok daha ürkütücü olan ışıktır aslında...

***

İnsanın kendi bakışının öznesi olması: ama her koşulda ışık sayesindedir bu. Kafka bunu sezmiştir. Nitekim kendini açan, görünür kılan dünyanın seyrine dalan öznenin erotik zevki, Kafka’da “iktidarın bakışı”nın devreye girmesiyle yerini bambaşka dinamiklere bırakır, öznenin küçük erotik zevki askıya alınır, sözümona bakışın öznesi olan insan bir başka ve daha kuvvetli bir bakışın nesnesidir aynı zamanda. Gördüğünden çok daha fazla bir şekilde “görülüyordur”... İktidarın bakışı da ziyadesiyle erotiktir, hatta iştahlı bir sadizmin bulaştığı bir erotizmdir bu: tekil varlığın bakışını bastıran, kesen, silen, yok eden daha haşmetli ve delici bir bakış...

***

Sadece estetik-edebi söylemi değil, Platon’dan itibaren siyaset düşüncesi geleneğini de bir ucundan diğerine kapsar bu ışık belası. Ters bağlantılarla Arendt’ten Fanon’a kadar türlü çeşitli iktidar pratikleriyle işleyen bir beladır hatta bu: bir süredir “karanlıkta kalmış” varoluşların ışığa çıkma, demek “görülme”, siyasi jargondaki adıyla “tanınma” mücadeleleri hâlâ tartışılan kapanmamış bir süreç. Görmek isteyen fail adayları aynı zamanda görülmek, fark edilmek de istiyor, karanlık ve tanımsız bırakılmış varoluşlarına ışık düşürülmesini mi arzuluyorlardır; büyük bir bakışın gövdelere değmesi, ışık refakatinde: erotik öznenin “teşhirci bir özneye” doğru geri çekilmesi ya da dönüşmesi midir bu karmaşık süreç? Görülme süreçleri kavram altına alma, adlandırma edimleriyle, iktidarlar tarafından bilme, bir nesne konumuna düşürülerek sınıflandırılma pratikleriyle çoğun paralel mi akar...

***

Edip Cansever’in Bezik Oynayan Kadınlar’ındaki Cemile’nin “Manastırlı Hilmi Beye” yazdığı mektuplarında geçen şu müthiş dizeler, görülmenin sancılarını işler: “Herkes bana bakıyor, herkes bana bakıyor, herkes / Bana bakıyor –bana öyle geliyor- / Bacaklarım –işte- güzeldir çok / Aralık kapıdan kış kokusu doldu içeriye / Ürperdim –işte- omuzlarım da güzeldir / Ama ben / Kaçarak yaklaşıyorum her görünmeye / Uzaktan uzağa göz gözeyim / Uzaktan uzağa öpüşüyorum / Uzaklarda biriyle sevişiyorum / Erkeğe benzer yalnız bir dişiyim ben / Evet evet öyleyim / Hiç değilse öyle olmalıyım / Her neyse...”

***

“Bana öyle geliyor” ihtimalini de elden bırakmayarak, “herkes bana bakıyor” diyen, “erkeğe benzer yalnız bir dişi” olan özne esasında önce ışık tarafından kuşatılmıştır. Işık sadece aydınlatmaz, mahkûm da eder. Özneyi, onun görülmek istenen kısımlarını teklifsizce aydınlatıyordur ışık, bakış sonra cereyan eder, rızanın hesaptan düşüldüğü ama bir karşı çıkışın da içinde devindiği işte bacaklar, işte omuzlar itirazı: bedenin bütünlüğü içinde değil, ancak parça parça bir şekilde tezgaha atıldığı ışıklı bir ortam olarak modern dünya. İktidarın büyük erotik gözü karşısında insan görülmenin kurbanı olabilir ancak: görünmeye karşı direnç geliştirmek, sıvışmak ya da “kaçarak yaklaşmak” addedilen gerilimli ve garip bir stratejiye tutunmak, tüm bunlar mümkün. Ya da Kafka’yı iyi özümsemiş, Beckett ile epey içli dışlı Bernard-Marie Koltés’in siyaseten yüklü sert ikazı: “Birader çık o siktiğimin ışığının altından...”