#Tarih dergisinin Mart sayısında Ali Murat Hamarat çok güzel yazıyor, tarih boyunca kadın atletler kaç metreyi kaç dakikada koşmuşlar, koşabilmek için nelerle başa çıkmışlar. Yazının başlığı “Erkekleri yaya bırakan şampiyon kadın atletler”. Olimpiyatlarda maraton koşmasına izin verilmediği için parkuru ertesi gün koşan Stamata Revithi’den 1967 Boston Maratonu’nda yarış direktörü tombul Jock Semple’nin omzundan tutup çekiştirdiği Katherine Switzer’e, bir önceki yıl yarışa gizlice katılıp koşan Bobbi Gibb’e… Güzel yazı. Başka alanlarda olduğu gibi, atletizmde de kadınlar varlıklarını ortaya koyabilmek için bir yığın salaklıkla uğraşmak zorunda kalmışlar, onu anlatıyor.
Epey oldu, bizim Cumhurbaşkanı da koşmanın cinsiyeti hakkında bir şeyler söyledi; “madem eşitiz, erkekle bayan 100 metreyi koşsunlar, bu adalet olur mu?” dedi; Kadın ve Adalet Zirvesi’nde. “Olması gereken nedir? Kadın kadınla koşar, erkek erkekle koşar”; alkış kıyamet. Bilmiyorum tombul Jock, Katherine ile koşsa nasıl bir sonuç alırdı. Onun fıtratında erkeklik, berikininkinde kadınlık olduğu kadar, birininkinde tombulluk ötekininkinde atletiklik varsa nasıl yapacağız? “Büyükle küçüğü aynı terazide tartamazsınız” da diyor. “Güçlüyle zayıfı aynı yarışa sokamazsınız.”
Elimizde üç farklılık var yani: büyük ve küçük, güçlü ve zayıf, kadın ve erkek. Bir de yüz metre- o ne, emin olamıyoruz. Siyasetin metaforu mu, hayatın mı... Tombul ve atletik yok ama mesela, atletle direktör, hırslıyla arzulu, eğitimliyle diplomasız… Fıtri farklarla diğerleri arasında da fark var demek. Fıtraten aynıları aynı yere, farklıları farklı yere koyunca adalet oluyor. Fıtratında liderlik olan, bunu biliyor, ona göre davranıyor. “Eşit eşit diyen bazıları”nın bilmediği bu. O bazıları siyasetin (ya da hayatın) neden 100 metre koşmaya benzetildiğini de bilmiyor; neden maraton değil de 100 metre? Maratonda cinsiyet farklılıkları önemini kaybettiği için olabilir mi? Kas gücünün öne çıktığı 100 metreyle dayanıklılığın önem taşıdığı maraton. Siyasette (ya da hayatta) önem vermemiz gereken niteliğin bunlardan hangisi olduğunu söylemiş oluyor yani? Kadınların kasları erkekler kadar güçlü değil, 100 metreyi onlar kadar hızlı koşamazlar, o halde eşitlik iddiası boştur, çünkü işte, kas farkı… Her zaman çocuk doğurmakla ilgili olurdu bu farklılık hikayeleri, koşmak da nerden çıktı acaba?! Bir de, çocuk doğurmakla ilgili hikâyeler, kadınların fıtraten evde oturmaya yatkın olduklarına daha kolay bağlanırdı. Koşmaktan bahsedince tam nereye varmak istiyor anlamak daha zor. Salondaki kadınlara evlerine gitmelerini mi öneriyor, yahut kadınların ayrı parti kurması gerektiğine mi işaret ediyor, kadınların kadın kollarında kalması gerektiğini mi söylüyor, yahut ne bileyim, kadınlar yüz metreyi erkekler gibi koşamadıkları için kadın kotası mı koyacaklar? Yani somut olarak ne demek “ayrı koşun”?!
Politikanın yaptığı en önemli işlerden biri budur: sınırlar çizmek, farklılıkları tanımlamak. Hangi farklılıkların değiştirilemez, hangi sınırların sabit olduğu, hep politik mücadelenin konusu olmuş. Eşitlik mücadeleleri eşit olması istenenlerin aynı oldukları değil, eşitliğin adaletin temeli olduğu fikri üzerinde yükselmiş. Yani eşitlik mi adalet mi ikilemi, tamamen yanlış kurulmuş bir ikilem. Eşitlik zaten farklı olanlara farklı muameleyi gerektirir - yoksa ne diye kota isteyecektik? Adaletin eşit olmayanlara aynı davranmayarak elde edileceğini söyleyenler ama, kotanın adaletsizlik yaratacağını ileri sürüyorlar. Neden? Çünkü ayrımcılık yapmış oluyorsun, o da adalete aykırı bir şey. Fıtratında demagoji varsa demek.
İki tane birer kiloluk ağırlığı terazinin iki kefesine koymanın bir anlamı var mıdır? Belki. Ağırlıklarda hile yapılmış olabileceğinden şüpheleniyorsak. O zaman, şüphe duymadığımızı bir kefeye, diğerini diğerine koyarız, ölçeriz. Çünkü ağırlıkların farklı olabileceğini düşünüyoruzdur. Ya da işte, bir kefeye bir kiloluk ağırlığı, diğer kefeye de domatesi koyarız. Terazinin mantığı budur. Farklıları eşitlemek. Domatesin fıtratıyla ağırlığınki farklıdır. Tabii ki. Yoksa ölçmenin bir anlamı olmazdı. İlle de terazi metaforuyla düşüneceksek.
Eşitlik, aynılar arasında olmaz, farklılar arasında olur. Aynılar zaten aynıdır! Dolayısıyla, kadın erkek, hepimiz insan olduğumuz için eşit değiliz; eşitliği bir değer olarak benimsediğimiz için eşit olmak için mücadele ediyoruz. Eşitlik fıtratımızda değil, politikamızda. Biliyoruz ki o olmadan ne barış olur ne adalet. Ne de özgürlük.
Katherine Switzer erkekler “gibi” olduğunu değil, kadınların maraton koşabileceğini göstermek için koştu. Jock gibi olmak istemezdi zaten herhalde. Kendi gibi olmak isterdi. Kendi gibi olabilmesi için o maratona katılması şarttı. “Korkum ve aşağılanmam öfkeye dönüştü” demiş sonradan. Tabii. Maratonu bırakmak, omzundan tutup çekiştiren o herifin kazanmasına izin vermek, kendinden vazgeçmek anlamına gelecekti çünkü. 100 metre değil, 42 kilometre koştu. 4 saat 20 dakika. Kadınlar hakkındaki bütün o “kırılganlık”, “zarafet”, “zayıflık” etiketlerinin yol boyu birer birer üstünden düştüğünü, final noktasına zayıf cinsin bir ferdi olarak değil, Katherine olarak ulaştığını hayal etmek çok hoşuma gidiyor. O finale ulaşırken herifin suratının morardığını düşünmek de. Erkeklerle aynı değiliz, olmayı da istemiyoruz. Eşitlik peşindeyiz. Bizi etiketleyen, sınıflayan, erkeklerden ve birbirimizden farklılıklarımızın ne, farkın ne demek olduğu hakkında söylevler verenlerle başa çıkacak gücümüz, öfkemiz ve kararlılığımız var. Alışın, buradayız.