Sabır
Derviş Aydın Akkoç

Bazen ya da belki de çoğu zaman tükendi sanılır pek çok şey, bilhassa da umut: çepeçevre kuşatılmışlık hissi, azar azar öldüren rutinler, maddi dünyanın insanı hayvandan sefil hâllere sokan kaba saba zorunlulukları, o hiç bitmeyen kiralar, borçlar, yarın için, sırf hayatta kalmak için gereken bedensel yeniden toparlanma süreçleri, ve bütün bunlara eşlik eden enerji hareketleri, döngüsel bıkkınlık nöbetleri, can sıkıntıları, efkâr atakları... 

İnsan özgür olduğu yanılsamasına nasıl kapılabilir, gerçeklik addedilen şeyler insanı bunca köleleştirirken... Tek bir şey var galiba: olan bitenlere dayanmak, sinirlerle, kaslarla dayanmak, sabretmek, sabırdan sebata doğru usulca yol almak ve karşı çıkmak mevcut düzeneğin işleyişine, elden geldiğince... Ve beklemek onca sesin, imkânın, akışın ortasında, kıyısında köşesinde. Bir gelişe hazırlanmak, hazırlıksız yakalanmamak... Telaşa kapılmadan. Beklemek, beklediğini dahi fark etmeden beklemek... Bu fasılda en zor olan edim: beklemenin can düşmanı olan sabırsızlığa, aceleciliğe pabuç bırakmamak...

***

“Psikoloji sabırsızlıktır” diyen Kafka aceleciliğin, kararsızlıktan bile daha feci bir şekilde insanı kemirdiğini fark edenlerden. Kafka nezdinde maddi dünyada mümkün olmayan bir şey, ruhun evreninde mümkündür. Orada geçilmez sanılan bütün sınırlar aşılır, tasarımlar acı veren gerçekliğin üzerinden sıçrayıp serbest kalırlar. Fakat gerçeklik de boş durmaz: tasarımlarla, imgeler ve düş gücüyle düşüp kalkan özneye haddini bildirmek üzere seferber olur. Kültürden, alışkanlıktan, tembellikten, maddi ilişkilerden yapılma tel örgüler çekilir kişinin önüne. Ruhsal dünyada beliren bir imkân, gerçek dünyadaki imkânsızlıklarla, engellerle boğuşmaya eğilimlidir, elbette bu boğuşmada galip daha baştan bellidir, kötü mağlubiyetlerle harap olmamak için bile olsa Kafka sabırda ısrar eder; sabırsızlık insanı cennetten etmiştir...

***

Modern dünyada, çalışma ile dağlanıp aşağılanmış, kurumsal siyaset ve hukukla zincirlenmiş kapitalist dünyada beden kapana kısılmış, hareketleri, jestleri otomatikleşmiştir. Bu dünyada bütün duygular en ince ayrıntısına kadar, tıpkı “para” gibi hesaplanabilirdir; tümden hususi olduğu düşünülen hislerin, aşkların, bağlılıkların, kaygıların dahi dalgalanmaları ancak ticaretin terazisinde ölçülebilir. Rüyalara kadar sızmış bir ticarettir bu, “ruhsal aygıt”ın hareketlerini analiz eden Freud’un söyleminde “ekonomi”, “yatırım” gibi kilit kelimeler nasıl da belirleyicidir, ama bunlar çoğun ihmal edilir... İnsan gerek maddi gerekse ruhsal, bu ticari oyunların ortasında yapayalnızdır; yaşamını, eline yaşam diye tutuşturulmuş “şeyi” devam ettirmekten başka çıkar yolu da yoktur üstelik. Yaşamdan duyacağı, nasipleneceği zevkler de, deneyimleyeceği acılar da genellikle ticaretin yasalarına tabidir. Modern ceza hukukunun ticaret hukukundan türediğini belirten Nietzsche, ama ondan da önce Shakespeare’in Venedik Taciri: bir borcun ödenememesi durumundaki net karşılık: “etinden yarım kilo alırım.” Bir suç, bir kabahat, bir yanlış, hatta bir zevk söz konusu olduğunda “yarım kilo et” bedelinden “yarım kilo ruh” bedeline doğru yer değiştiren modern dünya ve onun iktidar ilişkileri...

***

Ve ticaretin asıl hükümran olduğu bu acımasız dünyada, insan sürdürmek zorunda olduğu ilişkiler içinde gün günden eksilirken, kurucu tetikleyici hislerin, başka bir yaşam biçimine dair erotik-politik düşlerin geri çekildiği, solduğu bir zeminde bulur kendini: Mendebur gerçeklik. Fakat içten içte, kimi zaman unutulan, kimi zaman kesik kesik duyumsanan bir imkân hep vardır, oradadır, bu imkânın sadece ne zaman ve nasıl geleceği bilinmiyordur, Kafka sabır bahsinde işte bu kapkara belirsizliğe zar atar:

“İçeriye göçmüş göğsü, dışarıya fırlamış omuzları, sarkmış kolları, güç bela oynatabildiği ayakları, belli bir noktaya sabitlenmiş bakışlarıyla orada dikilip duruyor. Bir ateşçi. Kömürü küreyip ocağın alev kusan ağzına boşaltıyor. Fabrikanın yirmi avlusunu kimseye gözükmeden sessizce geçmiş bir çocuk yaklaşıp önlüğünü çekiştiriyor. ‘Baba,’ diyor çocuk, ‘çorbanı getirdim.’" [1]

Burada tasvir edilen şey bir insandan ziyade bir garabettir sanki: göğsü göçmüş, omuzları fırlamış, bacakları dermansız, bakışları donuk bir garabet; etleri yolunmuş, çalışan hayvan olarak insan-garabeti, posası... Bir fabrikada değil de bir hapishanedir... Çıkamadığı, mahkûm olduğu bir hapishane... İlgisini cezbedecek neredeyse hiçbir hareket yoktur, kendi yaptığı kürekle kömür boşaltma “işini” saymazsak...

***

Fabrika, ofis ya da başka bir kurum: Kafka’da herkes bulunduğu yerden kürekle kömür atar alev kusan ağızlara: çözümünü bekleyen kök-trajedidir bu. Kafka zamandan yana ucu açık bıraktığı imkânını bu cehennemi ortamda yürürlüğe sokar. Her şeyin buza kestiği, bakışların boşlukta yuvarlandığı, bedenin fasılasızca yıprandığı, açlık tehdidinin omuzlara bir kamçı gibi indiği bir dünyada, hiç kimseye ama hiç kimseye görünmeden birdenbire bir çocuk çıkar ortaya, bu mucizevi çocuk bütün avluları aşar, radarlara ve kontrol noktalarına takılmadan orada çaresizce dikilip duran özneye yaklaşır, önlüğünü çekiştirir ve yoğun “politik içeriğiyle” basit ve kupkuru bir cümle sarf eder: “Baba, çorbanı getirdim.”


[1] Franz Kafka, Mavi Oktav Defterleri, İstanbul: Altıkırkbeş Yayınları, 2013, s. 11.