Yine bir sohbet. Birkaç yıl öncesinin Nusaybin’inden söz ediliyordu, Lice’sinden, Varto’sundan. Masadaki kişilerden biri, epeyce eski bir solcu, 12 Mart 1971 öncesinden kalma. Fiziksel bakımdan hâlâ diri (görünüşlü). Dedi ki, “ben ‘gerilla’ sözcüğünü duyduğumda kalkarım, terk ederim, gidiyorum.” Kızgındı, tepkili, hiç kimse o sözcüğü henüz telaffuz etmemiş de olsa. Bu eski “Halkın Yolu”cusu için (yoksa “Birliği” miydi, yoksa “Sesi”? ben de tam hatırlayamıyorum) o sözcük, konuşulabilir olanla konuşulmaz olan arasındaki sınırı tanımlıyordu. Sadece müzakerenin değil, düşünmenin de reddedildiği nokta.
Sonra bu durumu bir başka tanışa aktardım, yine eski, yine oralardan kalma. Şaşakaldı, kalakaldı, “demek ‘gerilla’ lafını duyduğum anda ben sizle konuşmam diyor ha!” dedi. Dedi ve orada kaldı. Başka bir şey demedi. Aynı hayret ifadesini fasılalarla birkaç kez yineledi. Ama başka şey de demedi. Sıkıştırmadım değil: “Ne diyorsun, neye bağlanabilir, ne sonuç çıkarılabilir, bizimle ve bizden sonrakilerle ilgili? Ya da öncekilerle?” Hiç cevap vermedi, zaten birkaç gün içinde unutacaktı, öbür adamın sözünü de kendi şaşkınlığını da.
Sadece yaşlanmayla, alışılmış rahatla açıklanabilir mi? Öbür adam tepki gösterirken son derece iştiyaklı görünüyordu, bu da şaşakalırken bir o kadar diri. Futbol analojileri geliyor burada aklıma, Türk topçularının iki pas, üç pas yapamayışları; top ayaklarına geldiği andan birkaç saniye sonra, pas atamamış olarak rakibe kaptırışları. Benim ve eski ahbabımın durumu: Bir ilginç olay saptanıyor, top ayağımızda, ama oradan başka bir düşünceye gidemiyoruz. Daha geniş, daha açıklayıcı olabilecek bir bağlama gidip geri gelemiyoruz. “Demek öyle dedi, ha!”
Bu tıkanmanın ters ve aşırı kutbunu geçen yaz yitirdiğimiz İskender Savaşır’da gördüm ben. Büyük kısmı yazıya geçmemiş konuşmalarının bazı kayıtlarını sanırım bulabiliriz: Siz ona “J.S. Bach” dediğiniz anda (müzisyen bir aileden geliyordu) 1648 Westphalia Anlaşması'ndan sonra Avrupa’da şekillenmeye başlayan mutlakiyetçi devletlerden söz etmeye girişir, birkaç bağlam arasında gezindikten sonra yine “İyi Akort Edilmiş Klavye”ye dönerdi: evet Barok, ama artık Scarlatti ile Bach’ın kendisi arasındaki farkı da içeren bir Barok. Böyle böyle çok düşman da kazandı.
***
“Türk düşünce hayatında” yorum faaliyetinin daha başlamadan boğulması üzerinde düşünmeliyiz. Ama belki ilk önce tam tersini de saptamalıyız, her şeyin sadece yorumdan ibaret olmasını. Politikaya girmek, bu toplumun yasalarla, yasanın yazısıyla ilişkisinin ufkiliğinden söz etmek istemiyorum burada (Ahmet İnsel, bu ülkede her yasanın zor görülür diplerinde, bir ek maddede filan, o yasanın tamamını geçersizleştirebilecek bir “şerh”in yer aldığını yazmıştı yıllar önce). Ben bu genişliğe daha çok edebiyatçılarda, şairlerde, eleştirmenlerde tanık oldum. Avukatlardan söz etmiyorum bile. Kişi mesela Celal Sılay üzerine bir yazı yazıyor, ama yorumunu şairin kendi yazdığı satırlardan bir örnekle destekleme gereğini duymuyor. O satırın, o cümlenin bir muhasebesini, bir ölçümünü ya da tahlilini yapma zahmetine katlanmıyor. Metin yok, yorum bol. Barış Bileyci’nin neyi nasıl yazdığını değil, Haydar Çokgülen’inin onunla ilgili olduğunu varsaymak zorunda olduğumuz hislenişlerini okuyoruz. Biz de hep birlikte hisleniyoruz.
Bir de bu ülkenin düşünce hayatında Meşrutiyet’ten beri “pozitivizmin baskınlığından” filan söz ederler…
***
Olgunun kendisine uğramadan açıklamasına geçişin, metne bakmaya tenezzül etmeden yoruma dalışın birçok örneğini sunmuş (ya da üretmiş) olacağımı sanıyorum bu ileti dizisi bittiğinde. Ama bu ikisinin birbirinin “ayna imgesi” değilse bile gizli müttefiki olduğunu görmeliyiz: Yorumun tıkandığı an, yorumlamanın adımlarının, protokollerinin reddedildiği, yok sayıldığı an, aynı zamanda her şeyin çoktan yoruma indirgenmiş olduğu andır: hepimizin sevdiği, ama hiç birimizin inanmakla yükümlü olmadığı söylenti. Köyün acı tatlı dedikodusu, sadece tüketicisi olduğumuz söz, hiçbirimizden edim beklemeyen. “Kalbî” sözler, “kalbî” hisler, şimdiki Cumhurbaşkanımızın sevdiği deyişle. Anti-pozitivist duruş.