Yanlışlanabilir Anekdotlarla: Barış Özkul, Türkçe, Bakırköy...
Derviş Aydın Akkoç

Galiba geçen yazdı, Ankara’dan bir şair arkadaşımızın gelişi vesilesiyle bir meyhanede toplanmışız, toplanmışız ama akşam üç, gece dahil olacak bir başka arkadaşla birlikte topu topu dört kişi... Başta sakin bir akşam... Memleket halleri, iş güç dertleri, oradan buradan edebiyat meseleleri konuşuluyor... Yılların tanışıklığı var... Ama bu arada anasonun saati de işliyor tabii. Sakin sohbet yerini bazen hırgüre bırakıyor: yanlış hatırlamıyorsam bir iki iri kelimeyle Melih Cevdet konusunu açıyorum, bunun üzerine benden yaşça büyük bir edebiyatçı arkadaşım yarı kızgın bir ifadeyle “filme yarısında girmişsin” diyor, haklı olarak zaman bahsine işaret ediyor, kıyıdan sataşıyorum: “filme yarısında girmek evet ama insan filmin bitmesini beklemeden çıkabilir, ya da yandaki filme de girebilir.” Arkadaşım daha da kızıyor: cemiyete, kültüre dair toplu bir kızgınlık bu, az çok tanıyor ve biliyorum bunu, üzerinde durulan zaman farkını da gözeterek “belli bir yerden” sonra üstüme de almıyorum zaten, tartışmanın bir yerinde Ankara’dan gelen şair giriyor araya, sevimli tatlı laflarla yumuşatıyor ortamı, Ankaralıların böyle bir işlevi var galiba diye düşünüyorum içimden; ferahlıyoruz, bir süreliğine tabii, hiddeti yatışmış arkadaşım kadehinden küçük bir yudum alarak “ağzımdan nadir çıkar ama biraz da şefkat lazım,” diyor; yumuşayan ortama atıfla ve latife yaparak, yarı ayaklanmış sinirlerin geri çekilişini fırsat bilip “evet evet şevkat,” diyorum, “gerekli”: ama arkadaşım bu kez sessiz bir çalım daha atıyor, sadece benim duyacağım kısık bir sesle kulağıma: “şevkat değil, şefkat” diyor... Anlıyor ve gülüyorum... Dost meclisi, asla ayar çekilmiyor... Edebiyat paralanmıyor. Mevzuyu uzatmıyor, kapatıyorum... 


***

Hem dildir neticede. Ama “şefkat” kelimesinin telaffuzundaki “v” ve “f” harfleri arasındaki ton/aksan farkına, doğru ve yanlış ilişkisine coğrafyalara dolayımlanarak, yanına politik kurumsallaşmaları da alarak yüz yıllık bir Cumhuriyet siyasasının yığıldığının da farkındayım, yerli ve milli alerjisi hat safhada olan arkadaşımsa bunun benden çok daha iyi farkında...

***

Cuma gecesi arkadaşlarla toplanılmış, bu defa kalabalık bir masa... Laf birden bizim Barış Özkul’un Ayhan Geçgin ile ilgili yazısına geliyor; bir arkadaşım “Barış Özkul’un daha önceki yazılarından farklı olarak çok kızgın bir yazı” diyor, katılıyorum bu yoruma. Sahiden de istisnai bir yazı, ilk izlenimlerini derhal yazıya geçirmiş sanki: “sevmemiş metni, sevmeyebilir, ama evet öfkeli bir yazı; bu öfke yüzünden sanırım biraz metni harcamış, niçin sevmediğine ilişkin doğru olabilecek, ya da tartışılabilir olası yorumlar da öfkenin tozuna bulanmış” diyorum, bunları demiyor aslında geveliyorum zira yorgunluktan, kapanan haftadan ötürü fazla konuşasım yok... Ne Ayhan Geçgin’in son romanını ne de Barış Özkul’un yazısını okumuş bir başka arkadaşım (eski Bakırköy çıkışlılardan, cezaevinden değil, ruh sinir tarafından, kafadan elektro şoklu, birdenbire bir kamyon homurdanması gibi garr garr garr attığı korsan kahkalarıyla meşhur) hemen yanımda otuyor, eğilip soruyor: “seni rahatsız eden nedir yazıyla ilgili?” Cevap bekleyen bir enerjiyle soruyor soruyu... Kaçmıyor, kısaca açıyorum meramımı: “Rahatsızlık değil, daha ziyade düşündüren bir şeyler var” diyorum, özellikle de Barış Özkul’un yazısındaki parantez içinde yapılan Türkçe vurgular diye ekliyorum: Geçgin’in romanında geçen “Kımıltısızlık içinde uzanan deniz” ifadesi için Özkul’un parantez içinde (Türkçe yönünden ilginç), ya da “gözlerinden kendiliğinden akan yaşlarla” ifadesi için yine parantez içinde (bu kendiliğindenlik de ilginç) demesi... Bunları söylüyorum...

***

Türkçe yönünden ilginç... Ama iki kez tekrarlan bu “ilginç” kelimesinde bir yadırgamanın yankılandığı aşikâr. Nedir o yadırganan, adı tam konmayan “şey”? Yazının tartışmaya açık öfkeli keskin yorumlarının yanı sıra, sahiden parantez içindeki tespitlere de takılmıştı aklım: Türkçe yönünden ilginç... Türkçenin doğru addedeceğimiz bir yönü var mı, varsa şayet bu yönü kim tayin eder? Bir söz parçasını, bir ifadeyi “ilginç” diye tanımlayan bir öznenin konumu neresidir, bu türden bir tanımı yapan fail dilde hangi koordinata düşer? Dilin ifşası daima iki yönlü değil midir: dil ilginç olana işaret ederken, bu esnada kendi ilginç olmayan, demek normal ve kabul edilmiş konumuna da işaret etmez mi? Barış Özkul’daki dil Geçgin’in ilginç-garip Türkçesine ışık düşürürken kendi ilginç olmayan, norm halini almış Türkçesine de ışık düşürmez mi? Yarım ağız bunları konuşuyoruz Barış’ın yazısı üzerine. Çok sevdiğim tımarhane kaçkınından da cesaret alarak, o ara bir soru beliriyor zihnimde, hemen paylaşıyorum arkadaşlarla: “yazardan, yani sahiden bizim Barış Özkul’dan bağımsız olarak –ki dostum olmasının ötesinde bir okur olarak da severek ve ilgiyle takip ederim yazılarını– acaba bu türden ‘ilginç’ ifadelerin eleştirisi, sözgelimi Oğuz Atay ya da Vü’sat O. Bener için de yapılabilir mi, ya da nasıl yapılır?” Parıltılı zekâsıyla Bakırköylü, birasından derin bir yudum alıp şak diye cevaplıyor: “Oğuz Atay, Vü’sat O. Bener ya da bir başkası, onlar, yani buraların çocukları ‘dili bozuyorlardır’, ama bu adamınki ‘bozuk’; garr garr garr...” Bozma eyleminin özneleri ile bozuk bir dilin ilginç nesneleri... Bakırköylü taşı tam anlamıyla gediğine oturtuyor, zihnimi topluyor yargısı...

***

Dil ya da başka herhangi bir şey: içinde biraz bozukluk, içinde biraz kırmızı olsun, beş lirası fazla olsun...