Yoruma Dair (II)
Orhan Koçak

Bu ülkenin zihinsel hayatında yorum pratiğinin karşılaştığı güçlüklerden söz ediyorduk. Öyle bir sıkışma ki, hem yorumun reddedildiği ya da küçümsendiği kritik anları saptayabiliyoruz, yoruma yer kalması için gösterilen çabaları, hem de bu çabaya rağmen, belki bu çaba sayesinde, bugün de devam eden bütün bir tarih içinde metnin ya da olgunun önemsizleşip her şeyin yoruma indirgenişini izliyoruz. İkincisini şimdilik bir yana bırakalım, yorum disiplininin reddedildiği bazı anlara, aslında tek bir âna odaklanalım: erken Cumhuriyet dönemindeki “Halk şiiri mi Divan şiiri mi” tartışması.

Aslında bir tartışma yoktu, varsa bile başlamadan kapatılmıştı. Yeni rejimin hem en inançlı, en çıkarsız, hem de “manevi bagajı” en yüklü sözcülerinden Yakup Kadri Karaosmanoğlu, 1925’te Türk Yurdu dergisinde çıkan bir yazısında bu tartışmaya Ziya Gökalp’in “Kızıl Elma” manzumesiyle Fikret’in “Rübab-ı Şikeste”sini kıyaslayarak girer. “Bizim için,” der, bu parçalardan birincisi daha kıymetlidir. Bugünün diliyle aktaracağım.[1] Gökalp’in dizeleri “bizim için” çok daha değerlidir çünkü bir sefahat gecesinden sonra döndüğümüz baba evinde bize bir sabah serinliği gibi annemizin temizliğini, sadeliğini, iyicilliğini hatırlatır. Gece boyunca aşırılıktan zehirlenmişizdir, Farsça sözcüklerden, Fransız sentaksından, Baudelaire yankısından – şimdi halk geleneğinin “detoksuna” giriyoruzdur. Yakup Kadri’nin o günün son derece yetersiz kültürel kayıt koşulları[2] içinde Gökalp’in manzumesiyle temsil etmek zorunda kaldığı “halk geleneği”, yabancı sözcükler (Farsça/Arapça) içermediği için, zihnin dolayımından geçmeden dosdoğru kalbe seslenen sestir, bizde bir ikircim uyandırmayan, “acaba ben mi yanılıyorum” gibi bir kuşkuya yol açmayan dolaysız, tok, sahici sesleniş. Oysa Divan şiiri veya Farsçaya ondan da daha boğulmuş olan Fikret-Cenap-Hamit çizgisi öyle mi! Bunların şiirlerini anlamak için zihnin art arda üç işlem yapması gerekmektedir: önce tercüme, sonra şerh ve orada bekleyen tefsir.

Üç pas olmasın istiyordur Karaosmanoğlu, top derhal kale önüne gelsin ve bir vuruşta gol atsın. Ama olmuyor, karşı kalecinin de bir direnci var, bir geçirmezliği. Sonraki yıllarda daha temkinli başka milliyetçiler, en başta da Fuat Köprülü, kendi itirazlarını ortaya koydular: Divan şiiri ile “Halk şiiri” arasında Tekke şiiri diye bir dolayım vardır, ikisini bitiştiren. Öncelik “tahsilli” sözdedir burada: Rumi’yi bilmeden Yunus’u tam anlayamayız: gönderi noktalarını, tercümeyi mümkün kılacak kodları veren Mevlana’dır, ya da belki Muhyiddin-i Arabi. – Ama biz isteriz ki her şey doğrudan kalpten gelsin ve hiçbir yere uğramadan yine başka kalplere aksın. Elifba kısa devreye uğrasın. Yabancılık çekmeyelim. Herkes birbirini kelimesizce anlasın, en fazla kaş göz hareketleriyle.

***

Yakup Kadri yaşına oranla olağanüstü bir sezişle her türlü yorumun üç vazgeçilmez adımını tanımlamıştı burada: tercüme, şerh, tefsir. Yabancı sözcüklerin bilinen dile çevrilmesi; yine de tam anlaşılmayan şeylerin kurcalanması, belli bir koda vurularak açıklanması; her şey temizlendikten sonra da metnin büyük anlamına hücum, tefsir – sonuncusu asıl anlamıyla “yorum”. (İngilizcesini verirsek belki daha iyi anlaşılır, en azından bu sitenin okurlarınca: translation, explication, interpretation. Ya da Almancasıyla: ubersetzung, erläuterung, deutung).

Yakup Kadri istiyordu ki bu adımlar, bu evreler olmasın: anlam ok gibi dosdoğru hedefe, kalbimize varsın. Ama yine Valéry’ye başvuracağız, mealen: “‘Şu pencere açılsın!’ Şimdi bu cümle, bu dilek ya da buyruk, son derece açık, yalansız bir sözdür, evin içindeyken. Şimdi cümlenin bir odada değil de açık alanda, ovada ya da çölde seslendirildiğini düşünelim.”

***

“Halka doğru” giderken o yıllarda, geçen yüzyılın 20’li, 30’lu yıllarında, ilk yapılan zihinsel işlem yorumun dışlanması oluyor. Ve her zaman olduğu gibi bunu yapanlar da o işlemlerin ne olduğundan şu veya bu ölçüde haberli olan insanlar. Tam ne yaptıklarını bilmiyor da olsalar.

Ama öngördüklerinin bir çocuk-toplum olduğunun, bir bebek-toplum olduğunun farkında mıydılar acaba? Nesneyle adı arasında bir mesafe, bir yorum aralığı olduğunu bilmeyen, bunu hissetmeyen insanlardan oluşmuş bir toplum? Diyeceksiniz ki Allah’ın Kanadalıları da bu aralığın farkında mı, ya da durgun görünen İskandinavlar?

Bu noktada elifba üzerindeki hükümet işlemleri önemlidir. Norveç’te, Danimarka’da bildiğim kadarıyla şimdi şöyle bir çaba var şimdilerde: efendim, biz bu “ö” sesini yine aynı şekilde “ööö” diye okuyorsak niçin onu kâğıt üstünde “Ǿ” diye yazalım! Herkes yoruma gerek kalmadan “öööö” sesini çıkarmalı değil midir! Biz Fransız mıyız, veya Çinli veya Charleston’lu! Bu kampanya (İsveç dışında) kabul görmüş görünüyor. Yakında bu insanlar o tuhaf, yorum gerektiren harflerden kurtulmuş olacaklar. İngilizlere daha çok benzeyecekler. Şu farkla ki, İngilizce de, Fransızcadan sonra, Latin harflerinin çıkardığı varsayılan seslerin en yabancılaştığı dillerden biridir. Ve o yabancılığı tepe tepe kullanmaktadır. (Bir de bu yorum aralığından kendine milli gurur payı çıkaran İskoçlar ve öbür Kelt toplulukları var tabii.)

Tam Yakup Kadri’nin yukarda andığımız yazısını yazdığı yıllarda bu ülkede harfle okunuşu arasındaki mesafeyi ortadan kaldırmaya yönelen ciddi bir çalışma da cereyan ediyordu. Orada bazı seslerin dışlanması da oldu: bugün ancak “-ng” harfleriyle (“gelding mi”) veya “kh” ile işaretleyebildiğimiz bazı sesler. “X” harfinin telaffuzu çok zor veya çok değişken mi gelmişti, fazla sapkın, fazla oynak? Bu konularda ne yazık ki hâlâ en kapsamlı kaynak olan Agah Sırrı Levend’in Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri kitabında da o yılların sıkıntılı tartışmalarına dair çok mahrem şey bulamıyoruz.

Ama başka bir şey oldu: hükümet seslendirmeyi resmi harf içinde zaptetmeye çalışırken o ses kendi hükmünü sürdü, hem de başından itibaren başbakanların, cumhurreislerinin konuşmasında (aslında daha öncesinde de, Şükrü Kaya’yı, Hasan Saka’yı, Şemsettin Günaltay’ı filan düşünürsek, her biri kendi “-ng”leri veya “kh”leriyle sarmalanmış olarak). Süleyman Demirel’in de Recep Erdoğan’ın da aynı sözcükleri farklı dinleyicilere farklı seslerle çıkardığını biliyoruz. Şu halde bir yandan yorum yasaklandı, hem de böylece yoruma geniş, gepgeniş, kısıtlanmamış bir alan açıldı. Nehir suyuyla atık suyun güzelce iç içe akhtığı bir Eugène Sue uzamı. Yorum devre dışı kalırken her şey dilediğimizce yorum haline geliyordu.

“Yorum aralığı” diye bir şeyden söz ettik, cisimle anlamı arasındaki asgari mesafe: hälä üzerinde ısrar etmeli miyiz, emin değilim. Ama düşünmenin bu saatten sonra kimseye zararı olmaz. Barış Bıçakçı’nın romanlarının yıllardır hiç kimseye zararı dokunuyor mu?



[1] Yakup Kadri Karaosmanoğlu, “Türk Halk Edebiyatı”, Atatürk Devri Fikir Hayatı II, der. Mehmet Kaplan vd., (Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1981), s. 115.

[2]1920’lerde henüz Yunus Emre’nin şiirlerinin bile zaptı yoktur, Karacaoğlan, Pir Sultan veya Bayburtlu Zihni hak getire. Ama niyet var, yapılacak. İmkânlar ölçüsünde yapıldı da.