Bu kısa yazıda Ayhan Geçgin’in Bir Dava adlı son romanı üzerine uzun boylu düşünceler öne sürmekten ziyade, romanla ilgili Birikim Haftalık’ta yer alan Barış Özkul’un yazısına değinecek, buradan da siyasal bir bağlam içine çekerek kimi noktalar hakkında tartışma sürdürmeye çalışacağım. Daha sarih ifade etmek gerekirse niyetim: Haftalık’ın bir önceki yazısında, daha hasarsız bir bölgeden sözü kotarmaya çalıştığım, ama sanırım biçim gereği, yani anekdotla ilerlemenin handikapları nedeniyle araya kaynayan, pek görünür kılınamayan bazı fikirleri açmak...
***
Barış Özkul’un yazısındaki eleştirel-söylemsel “ton”a özellikle hayal kırıklığından beslenen bir keskinlik hâkim. Daha ilk cümleden-yargıdan kendini duyuran bir keskinlik bu; romanın Balyoz davası ile olan ilişkisinden hareketle Geçgin’in üretiminin ve romanın “konusu”nun “bugünün koşullarında kolay ve risksiz bir seçim” olduğu öne sürülüyor. Özkul’un “risk”ten kastının yazarın hukuki-cezai bir yaptırıma maruz kalıp kalmaması anlamında bir risk olduğu yargının devamından anlaşılıyor, güncel “koşullar” vurgusuyla: “O gün hükümetin onayıyla davayı açan Cemaat mensupları şimdi –ülkeyi terk etmedilerse- hapisteler.” Romanın konusu nedeniyle muhataplarını kaçınılmaz olarak yakın geçmişteki siyasi gelişmelere götürmesinin doğal bir sonucu bu çıkarım. Ama burada yazar açısından hukuki yaptırımdan çok daha yakıcı bir başka risk de yürürlüktedir. Barış Özkul’un yalnızca yakın dönem siyasal gelişmelere referansla düşünüp gözden kaçırdığı bir risk bu: yazar, romanın konusu, “davası” itibariyle çoktan oluşmuş bir kitlenin hiç ama hiç hoşlanmadığı bir alana girmektedir: Kürt Siyasal Hareketi’nden sosyalist hareketlere, demokratik çevrelerden sol-entelektüel alanlara kadar uzanan geniş bir yelpazede Balyoz davasının yarattığı alerjik söylemsel alan. Edebi üretim açısından esas risk böylesi bir alanda kalarak, alanın basıncına rağmen üretimi sürdürmek olsa gerek. Ayhan Geçgin’in hâlihazırdaki okurlarının, zevkleri, alışkanları, tepkileri oluşmuş alımlayıcılarının beklediği bir konu değil bu. Dolayısıyla yapıtla kurulan ilişkide zevk rejiminin kesilmelerle, askıya alınmalarla ilerleyeceği, sürekli bir teyakkuzun okuma edimini ipotek altına alacağı bir yapıt bu. Öte yandan, bu alerjik söylemsel alan kendi içinde, romana “olmamış” deme zevkini daha rahat sağlayabilecek bir kaynağı da barındırmakta. Bu gibi etmenler göz önüne alındığında Barış Özkul’un yargısı pekâlâ tersine çevrilebilir: estetik-politik açıdan hiç de kolay olmayan netameli bir seçim bu. Geçgin’in romanı Barış Özkul’un ifadeleriyle “indirgemeci ve güncelliğe teslim olmuş bir dava anlatısıyla… yeni sağduyunun rahatlıkla kabul edebileceği sınırlarda” dolanmaktadır, kendi güncelliğini unutan bu yargı doğru olsa bile tek bir sınır değil, iki sınır vardır ortada: yeni sağduyunun kabul sınırlarında olduğu kadar muhalif sağduyunun da rahatlıkla çöpe atabileceği bir başka sınırda da dolanmaktır…
***
Yapıt karşısında hayal kırıklığına uğramış bir öznenin yapıtın siyasal yükünün de tazyikiyle yarı-öfkeli, bazen düz kesen, katmanları görünmezleştiren bir tavrı eleştiri pratiğine taşıması esas itibariyle gayet anlaşılır bir tutum... Kaldı ki, asitik-çözücü işleviyle reaksiyoner değerlendirmeler de yapıtın ifade etmeyi arzuladığı hakikatleri görünür kılma özelliğine sahiptir. Elbette kendi sınırının farkında olan bir eleştirmenden bekleneceği üzere Barış Özkul, yazısında Ayhan Geçgin’in bütün eserlerini odağa alıp gerek yazarın edebiyatçılığı gerekse romanın tarihsel yeri hakkında mutlak ve toptancı bir kanaate-yoruma ulaşma derdinde değil. Fakat hâl böyleyken, belli bir aceleciliğin de etkisiyle, hayal kırıklığı da dahil olmak üzere ilk izlenimlerin cezbine fazla kapılmış gibi Özkul. Elbette bir yapıttan alınan ilk izlenimleri de yansıtmak, bunları bir çerçeveye oturtmak da eleştirinin işlevleri arasında: ama kör ve koşulsuz bir sevgi kadar temelsiz, ya da daha doğrusu yüzeyde bırakılan, derinleştirilmeyen izlenimler de yapıttan önce yapıt hakkında söylem üreten failleri töhmet altına alır, bu da eleştirinin yüklenmesi, çözmesi gereken zorlu risklerden biridir...
***
Romanın odağında yer alan sıkıntılı “dava”: ama başlıktaki “bir” sıfatı hasıraltı edilmemeli. Davayı da, davanın adını ve zamansallığını da, onun güncelliğini de belirsiz bir düzleme çeken bir sıfat bu: bir dava, herhangi bir dava, ya da belki de dava dahi olmayan bir dava, hukukun sıfır noktasına vardığı bir yoğunlaşma ânı. “Bir” sıfatının bu hukuku da, hukuk eleştirisini de yutan, dili bir kara delik gibi kendine çekip soğuran, düşüncenin nesnelerini silik ve loş bir hale getiren, romanı bir hukuk kitabı olmaktan çıkaran kuvveti hesaba katılmadığı için, Barış Özkul çok rahat bir şekilde “olmadık yerlerde olmadık bağlantılar kurup adalet tiratları çekmek”le eleştiriyor Ayhan Geçgin’i, daha da vahimi hem karakterin hem de yazarın hukuk, yasa ve adalet kavramları söz konusu olduğunda kaçınılmaz olarak susmak zorunda kaldıkları, düşünce geliştirmekte zorlandıkları noktaları “yersiz tefekkür sahneleri”, ya da “derinlik semptomu” yahut “fiyakacılık” olarak değerlendirmesi... “Fiyakacılık”, “tefekkür sahneleri”: Hayal kırıklığının öfkeyle flörtünden doğan acımasız, hoyrat yargılar bunlar...
***
Ama bu hoyratlık romandan ziyade eleştirinin zararına, şöyle ki bu hoyratlık Barış Özkul’un eleştirisinde kendi problemini arayan bazı doğurgan sezgileri de oracıkta boğmaktadır, romanın merkezine, kuşatıcı meselesine ulaşmayı arzulayan ama geri püskürtülen şu sezgi mesela: “Romanın jurnalistik malzemesi ile Geçgin’in adalet tefekkürü bir sehpanın iki ayağı gibi ayrı ayrı, birbirlerine dokunmadan duruyorlar.” Geçgin’in adalet tefekkürü addedilen şey aslında karakterin (Aslı’nın) ruhsal-zihinsel sıkışmaları, dilsel açmazları, gerilimleri, bu gerilimlerin de dilde ifade kazanması ya da ifadesizliği, boşluğu; metnin jurnalistik malzemesi ise önünde sonunda dönemin ve elbette bugünün Yeni Türkiye’si…
***
Ayhan Geçgin’in bu roman özelinde kumar oynadığı başlıca mesele de burada sanki: karakterin ruhsal krizi ile Türkiye’nin içinde bulunduğu politik ve hukuki krizler arasında kurulmaya çalışılan, yer yer gevşeyen, dağılan ama daima bu kök etrafında dönen ve toplanan bağlantılar... Tam bir özdeşliğin imkânsız olduğunun yazar açısından ön-kabulü ama buna rağmen bir karakter özelinde ülkeye ışık düşürme çabası. Romanı çevreleyen söylemin mihenk taşıdır kurulmak istenen bu bağlantı. “Tefekkür” denilerek hafife alınan edim: karakterin hiç bitmeyen, aslında belki hiç başlamamış olan, başladığı sanılsa bile sürekli geri dönen, sonuçsuz ve çıkışsız düşünce krizleri ile Türkiye’nin içinde bulunduğu, iktidar dönüşümlerinin yarattığı içler acısı krizleri arasında kurulmak istenen paralellikler…
***
Ve son olarak dil ve onun kullanımı: Özkul’a “ilginç” gelen kimi bozukluklar Geçgin nezdinde pek önemli değil galiba, yazarın derdi dilsel bir zevk vermekten ziyade dil ve düşünce arasındaki tahripkâr ilişkiye eğilmek gibi. Dil, düşüncenin kışkırtmaları karşısında kendi çaresizliğinin farkındadır, bu nedenle yakası açılmamış dil oyunlarına bulaşılmaz… Ayrıca Kafka gibi Geçgin de dilden yana kupkuru bir yazardır, iddiası yoktur… “İlginç” yahut garip kullanımlarıyla dil: Ayhan Geçgin’in meselesi bildiğimiz manada bir roman mı, orası dahi tartışmaya açık bir mesele aslında…