Yerel seçimlerin bitmesiyle birlikte ortaya çıkan yeni durum hakkındaki tartışmalar, Türkiye’deki siyasal alanın önümüzdeki dönemde yeniden düzenleneceğine ilişkin bazı işaretleri içeriyor. Muhafazakâr – demokrat ve liberal iddialarla yola çıkan bir partinin kademeli olarak geçirdiği dönüşümün sonuçlarından biri olarak kurulan yerli-milli cephenin inşa ettiği otoriter iktidar yapısının seçimler nedeniyle yaşadığı gerileme, iktidar bloğunun bu ittifak modeliyle bile başarısız olduğunu gösterdi. Böylece kendini milliyetçilik söylemlerinin hamasetine epey kaptıran iktidarın, Suriye iç savaşıyla birlikte açtığı İslâmcılık parantezi kapanmış oldu. Bu sürecin İslâmcılık açısından da birçok sonucu olacağı öne sürülebilir.
Türkiye’nin demokratikleşmesi konusunda hem Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarları hem de onun başlıca bileşenlerinden biri olan İslâmcılar neredeyse hiçbir sınavı veremedi. İslâmcılık başlangıcından itibaren demokrasiyi siyasal alanın düzenleyici ilkeler bütünü olarak değil, iktidar nimetlerine erişmenin yollarından biri olarak gördü. Onu en kaba, yüzeysel ve biçimsiz haliyle kavradı. Demokrasiyi kurumlarla ve onların işleyişiyle ilgili bir sistem olarak değil, kendileri için güç üreten, kendilerinden olmayanların güç tüketmesine neden olan bir cihaz olarak gören İslâmcılar, bunu da epey hoyrat kullandılar. “Kendine Müslüman” demokrasisini inşa eden bu süreç, bu sistemin işleyişini kişi kültüne indirgeyerek iyice değersizleştirdi. Hukuk, medya, eğitim ya da seçim gibi kurumlar, süreçler ve işleyişler işlerine geldiğinde kıymetliyken işlerine gelmediğinde kıymetsiz, hatta gereksiz ve bazen de tehlikeli ilan edildi. Gelinen noktada mevcut iktidar bloğu bütün seçimleri kazanmaya devam edecek dahi olsa Türkiye İslâmcılığının bu iktidar bloğundaki varlığı, bir egemen sınıf ideolojisinin üstü örtülmesi imkânsız meşruiyet aygıtı olmaktan öte bir anlam taşımıyor. Kabul etmek gerekir ki, Türkiye’deki ana akım İslâmcılık demokrasi bahsinde kaybederken yaşadıkları iktidar sarhoşluğuyla kendilerinden de geçtiler.* * *
İslâmcılık tartışmalarıyla ilgili sorunlardan biri, CHP tartışmalarına benzer biçimde, bağlam sorunudur. İslâmcılık denildiğinde, ne dendiğini belirleyen bir bağlam olmadığı sürece, hafızası olmayan kelimeler yığını ortalığa savruluyor. Bunun nedenlerinden biri İslâmcılık denilen siyaset biçiminin kötü pragmatizmi, diğeri ise İslâmcılığın ideolojik ve siyasal niteliğinin her an her şekli alabilecek muğlâklığı.
31 Mart Yerel Seçimleri’nin sonuçlarından biri, İslâmcılık hareketinin Türkiye’deki politik sınırlarının gerilediğini somut olarak göstermesidir. Geçmişte Milli Görüş hareketiyle temsil edilen ana akım İslâmcılık hareketinin bir süredir AKP’nin yörüngesine girdiğine ve onun tarafından boyunduruk altına alındığına ilişkin farklı kesimlerden çeşitli görüşler dile getirildi. Gelinen noktada, ana akım İslâmcılık olarak tarif edilebilecek siyasal hareketin sosyo-politik enerjisini tükettiği, sosyal ve kültürel alandaki siyasi varoluşunu kendisi dışındaki siyasal ve sosyo-kültürel eğilimlere devretmeye başladığı bir aşamaya gelindi.
Bunun nedenlerinden ilki yirminci yüzyılın belli bir coğrafyasının ve oradaki koşulların ideolojisi olarak ortaya çıkan İslâmcılığın düşünsel ve kültürel gerilemesidir. Bu gerilemenin başlıca nedeni, ideolojinin kurucu unsurunun iktidar olmasıdır; iktidar siyasal bir hedef, İslâm dini ise bu hedefe giden yolun sosyal ve kültürel inşasının söylem havuzudur. İslâmcılık içinse nihai hedef siyasal iktidarı ele geçirmek ve ele geçirilen iktidar sayesinde toplumsal alanları düzenlemektir. Tıpkı Kemalizm’de ve benzeri totaliter düşüncelerde görüldüğü üzere, İslâmcılık da kamunun kendi içinde tartışarak meseleleri halledebileceği fikrini içinde barındırmaz. Şura, istişare, meclis ve benzeri çoğulculuk ima eden bütün ilkesel kalıplar iktidar ideolojisinin çeperinde yeniden yapılandırılır. Bu hareket de toplumun bir kısmını kendine -ve toplumun geneline- tehdit olarak gören geleneksel devlet aklıyla uyum içerisindedir. Devletin görmek istemediği farklılıklar ya da hükümetlerin tanıması talep edilen haklar hızla “iç düşman” kategorisinin harekete geçmesine neden olabilir. Haliyle, geçmişte sıklıkla Kemalizm eleştirileri için kullanılan ‘toplum mühendisliği’ ifadesi, Türkiye’deki İslâmcılık hareketi için de geçerlidir. Seçim sonuçları, ana akım İslâmcılık ideolojisinin bu mühendislik faaliyetinin yeniden üretim enerjisini büyük ölçüde tükettiğini, kendi sosyo-politik sınırlarına gelindiğini göstermesi bakımından anlamlıdır.
Ana akım İslâmcılığın siyasal alandaki varlığının daraldığını gösteren bir diğer husus iktidar bloğunun siyaset tekniğinin bekledikleri sonuçları üretememesidir. Türk sağının siyaset tekniği bahsiyle ilgili bir süredir ifade etmeye çalışılan şeylerden biri duygu yönetimiyle ilgiliydi. Bu siyaset tekniği korku, nefret, öfke, heyecan, coşku ve benzeri duyguları belli bir olgunun ya da gerçeğin somut hali olarak sunmaya dayalıydı. Bu duyguların kitleselleşmesini ve örgütlü davranışlar haline dönüşmesini amaçlayan siyaset tekniği İslâmî söylem kalıplarının milliyetçilikle bağlayan bir dile sıkıştırıldı. Bu aşırı sıkıştırmanın sonuçlarıyla elde edilen her türden başarının İslâmcılığın hanesinden çıkıp milliyetçiliğin hanesine yazılmış olması, Türkiye’deki ana akım İslâmcılığın içine girdiği entelektüel ve siyasal krizin bir sonucu olarak yorumlanabilir. İslâmcılık fetih ve dost-düşman ikiliğini içeren söylemlere yüklendikçe onu var eden tabanın kopuşunu hızlandırmış oldu. Bunun ekonomik sıkıntılarla güçlü bir ilişkisi olmakla birlikte tabandaki hamaset yorgunluğunun da etkisi olduğu öne sürülebilir.
İslâmcılığın ana akım temsilinin etkisini kaybettiğini gösteren üçüncü husus kimlik siyasetinin yükseltilmesiyle birlikte bir din olarak İslâm’a ve Sünniliğe aşırı yüklenmenin neden olduğu buharlaşmadır. İslâmcılık bir siyaset tekniği olarak İslâm dininin muhafazakâr yorumlarına mensubiyeti, egemen kimlik belirtecine dönüştürdükçe bu alandaki güç mücadelesi ve kimliğin asli niteliği hususundaki cemaatler arası çekişmeler, sıradan kişilerin dâhil olamayacakları yeni ilişkiler ağının örülmesine neden oldu. Güçlü, karizmatik, etkili liderlik örneği olarak gösterilen Cumhurbaşkanı Erdoğan ise geleneksel cemaatlerin gerçek liderine dönüştü. Bu dönüşümün sonuçlarını şimdiden kestirmek zor, ancak müritten müşteriye doğru ilerleyen bu dönüşümün İslâmcılık hareketinin siyasal varlığını hızla eritecek olması kaçınılmazdı. Nihayetinde ana akım İslâmcılığın siyasal iddialarının ve taleplerinin yerine iktidar olmanın sağladığı nimetler üzerinden kurulan bağların güç ekseninde hareket etmesi, güç ekseni değiştikçe bağlılıkların da hızla değişmesini sağlayacak zemini üretti.
Son olarak, İslâmcılık içerisinde bu iktidar bloğunun dışında kalan, içine dâhil olamayan ve dışında kalmaya özen gösteren kesimlerin yeni bir toplum tahayyülünü iktidar bloğunun dışında aramaları, ana akım İslâmcılık siyasetini aşındırdı. Bu kesimler modernleşme, kentlileşme, yeni iletişim ağları, toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesi, profanlaşma, sekülerleşme, sınıfsal gerilimler ve benzeri birçok gelişme nedeniyle İslâmcılık hareketine olduğu kadar geleneksel dini cemaatlerin ve kültürel dindarlığın kalıpları dışında bir yaşam tarzı tercih ediyorlar ve bu eğilimler yeni bir din kültürünün ortaya çıkmasına neden oluyor. Bu yeni din kültürünün siyasal tutum ve davranışları iktidar bloğunun, özellikle AKP’nin yakınında olsa bile aynı ölçüde ondan kopma eğilimini de içinde barındırıyor. Bu nedenle İslâmcılık kötü bir dogmatizm dayatan, sevimsiz bir ötekileştirmeyi dinselleştiren ve lümpen şiddeti teklif etmekten öteye geçemeyen taşralılığa sıkışmış oluyor. Seçim sonuçlarının gösterdiği üzere, büyük kentler dışında kalan yerlerde iktidar bloğu etrafındaki yoğunlaşmanın nedenlerinden biri de, bu söylemlerin orada karşılık bulmaya devam etmesidir. Bunun bir diğer anlamı ise İslâmcılık hareketinin hızla taşraya sıkışmasıdır.
* * *
Türkiye’deki siyasal rejimi tanımlamak için kullanılan rekabetçi otoriteryanizm kavramının geçerliliğinin sorgulanması açısından da bu seçim sonuçlarının önemli olduğunu hatırlamak gerekir. Siyasal alanda farklı partilerin yer almasına rağmen siyasal alanın ve hareketin etkisinin olmadığı, genellikle bir lider etrafında örgütlenen kliklerin egemen olduğu, bizzat iktidar elitleri tarafından yaratılan belirsizliklerin bir siyaset tekniği olarak kullanıldığı bu tür rejimlerde, seçimler eşit olmayan araçlar ve adil olmayan süreçler ile gerçekleşir, ancak iktidarın -düşük de olsa- el değiştirme imkânı vardır. Önümüzdeki süreçte yaşanacak olan gelişmeler Türkiye’nin “Türk tipi” olduğu iddia edilen siyasi rejiminin ve sisteminin neye benzediğine ilişkin oluşan kanaatlerin güçlenmesine ya da değişmesine neden olacağı için de önemli olacak.
Türkiye’de ana akım İslâmcılığın -özellikle 2010 sonrası- demokrasi kavrayışı seçimlerle sınırlı olduğu için ana akım İslâmcılık, kalabalıkları sandıktan çıkan elli artı birin her şeyi yapmaya hakkı olduğuna ikna etmeye çalıştılar. Böylece demokrasi bir sistem meselesi olmaktan çıkıp sopayı kimin tutacağına ilişkin bir sayım makinesine dönüştü. Bugün ortaya çıkan tablonun bu inancı sarsması ise İslâmcılığın bir iktidar ideolojisi olmasıyla yakından ilişkilidir. İktidarın seçimle devredilebilecek bir ‘imkân’ olup olmadığını tayin edebilecek herhangi bir denetim ve kontrol mekanizmasının var olmaması, Türkiye’deki ana akım İslâmcılığın siyaset kurgusunun daha otoriter hale gelmesine neden olacağı gibi seslendiği kesimlerin niceliksel olarak daralmasına da neden olacaktır. Tıpkı Kemalizm’in yaşadığı tecrübeye benzer biçimde kendi otoriterliğini gerekli, kurucu ve kutsal olarak sunan ana akım İslâmcılığın, kendisinden olmayanları tehdit olarak işaret etmesi, mevcut iktidar bloğu çatlayana kadar sürdürülecek olan bir siyaset tekniği olarak kabul edilebilir.
Ana akım İslâmcılık ortadan kalkarken Türk milliyetçiliğinin yükselmesi, milliyetçi iddiaların ve taleplerin siyasal alanda egemen ve hatta yeni rejimin kurucu ethosu haline gelmesi, Türkiye’nin içinde bulunduğu mevcut koşulların sonuçlarından biri olduğu gibi halen mevcut iktidar bloğunun varlığından refah beklentisi olan kesimlerin taleplerini dile getirme biçimlerinden biri olarak da kabul edilebilir. İslâmcılığın yerine milliyetçiliğin ikame edildiği bir kabuk değişiminden ziyade İslâmcılığı cebine yerleştiren milliyetçilik siyasetinin karşısındaki milliyetçilikler, örneğin ırkçılığın yeni biçimleri, göçmen ve yabancı düşmanlığı, yerli-milli kalıbı, oryantalist nefret ve benzeri söylemlerle, kısa sürede iktidar bloğunun alternatifine dönüşebilir. Ana akım İslâmcılık, bütün bu gelişmeler karşısında kendini sıkıştırdığı cep dışında bir yer bulamayacağı için yeniden ve bu kez “muhafazakâr” gibi bir ön sıfat bile kullanamayacak kadar kimlikler dışına çıkarak neo-liberal siyasetin demokrasi temsilciliğini üstlenmek isteyebilir.
* * *
Seçimleri gerçekte kaybedenin Recep Tayyip Erdoğan olduğu yolundaki yaygın görüşlerin haklılığını teslim etmekle birlikte, bunun bir kişiyle ilgili olmadığını ifade etmek gerekir. Onun yörüngesinde toplananların ve bu sayede epey güç biriktirmiş olanların cisimleşmiş hali olan Erdoğan’ın kaybettiği şey, seçimlerle elde ettiği meşruiyet değil, tehdit mi, teklif mi olduğu konusunda seçmenleri kuşkuya düşüren siyaset kavrayışı ve bu kavrayış tarafından üstü örtülen fenâlıkların yekûnudur.
Türkiye’de İslâmcılık, bir siyasal hareket olarak elbette varlığını sürdürecektir. Ancak yaşanan ve yaşanmaya devam eden siyasal tecrübenin İslâmcılar için de birçok sonuç ürettiğini söylemek gerek. Bugün İslâmcılar, kendilerinden olmayanlara hükmetme, onlara galip olma, onları boyunduruk altına alma coşkusuyla kendilerini motive etmeye devam edebilmek için yerlilik-millilik gibi bir kalıba döktükleri siyasal söylemlerinin daralttığı alana sıkıştılar. Bu alanda hareket edebilme ve manevra kabiliyetleri sınırlanırken ellerinde tuttukları yetkileri de bir istibdat aracına dönüştürmüş oldular. Mevcut seçim sonuçları biraz da bu daralan alan nedeniyle çıkarları zedelenen, görece daha çeperde kalan ve iktidar olmanın nimetlerinden istifade edemeyen kesimlerin yüz çevirmesinin bir sonucu olarak yorumlanabilir. Ancak sonuç ne olursa olsun, bildiğimiz İslâmcılığın sonuna gelindiği ve bu sonun bizzat İslâmcılar tarafından döşenen taşlarla tamamlandığı söylenebilir.