Seçim öncelikle yönetimle ilgili bir olaydır elbette, “yerel” ya da “genel”, toplumsal birimi kimin yöneteceğini belirler. Bunun yanısıra, “siyasi” değil de “sosyolojik” düzeyde, toplumun kompozisyonu hakkında bilgi verir. Bu bakımdan, bireylerin yaptırdığı “check-up”ı andıran bir özelliği vardır.
İki hafta kadar önce biz de bir “check-up” yaptırdık. Nasıl çıktı sonuçlar? Kayda değer değişiklikler olmuş mu son seçimden bu yana?
Bir düzeyde bakıyorsunuz, bu seçimde ilk örneğini gördüğümüz “ittifaklar” çerçevesinde pek fazla değişen yok gibi. AKP-MHP yüzde ellinin az üstünde hâlâ. AKP belli ki birinci parti. “Manzara-i Umumiye” üç aşağı beş yukarı aynı.
Ama daha yakından, daha ayrıntılı bakınca insana “bu önemli” dedirten bazı farklılıklar da görünüyor. Bunların en belirgin olanları “büyük kentler” düzeyinde ortaya çıkıyor. “Cumhur İttifakı” büyük kentlerde başarılı değil. AKP siyasete girdi gireli bir tutarlılık gösteren İzmir’e ilk kez olmak üzere İstanbul ile Ankara da katıldı ve “Üç Büyükler” AKP ya da AKP-MHP ittifakının hegemonyasından çıktı. Ama iş bununla kalmadı: Adana, Antalya da “Millet İttifakı” adaylarını tercih etti. Eskişehir’deki sonuç bekleniyordu, şaşırtıcı olmadı. Buna karşılık Bursa'da kazananla kaybeden arasındaki farkın bu derece küçülmesi şaşırtıcıydı (Ben doğrusu Afyon’a da şaşırdım ya, neyse, geçelim).
Bunlara, Burdur ve Bilecik gibi, Sinop, Artvin ve Ardahan gibi, Bolu gibi illerde de “Millet İttifakı”nın kazanması eklenince “Cumhur İttifakı pek de başarılı değil galiba” diye düşünmeye başlıyoruz ister istemez.
Ancak, “Cumhur İttifakı” kurucusu iki “müttefik”ten MHP’ye baktığımızda onun bu pazarlıktan bayağı kârlı çıktığını da görüyoruz. İttifak bu partiye yaramış; aynı mantık çerçevesinde AKP’ye de yaramamış. Bir düzeyde %44 diye hesaplanan AKP oyunun aslında %35’lere düştüğünü söyleyenler de var. Yani bu durumda MHP oranı 15’e, 16’ya mı yükseliyor?
Eğer böyleyse AKP ciddi zararda demektir. Bu, AKP’nin kısa tarihinde ilk kez olmuyor. Biri yerel, biri de genel olmak üzere iki seçimde AKP gene “birinci” parti olduğu halde kendisini hayal kırıklığına uğratan, beklentilerinin gerisinde kalan oranlara düştü, ama sonra durumu toparladı. Bu son aşamada da benzer şeyler yaşanabilir. Beklenmedik gelişmeler olmadıkça önümüzde epey uzun bir “seçimsiz zaman” var. Bu süre içinde olup bitecekler çok şeyi belirleyecek.
Tayyip Erdoğan siyasi rotasını değiştirmeye karar verdiğinden beri MHP ile aynı sularda seyrediyor. Siyasetin mantığı da bunu kolaylaştırıyor. Bugünkü AKP’nin ve Erdoğan’ın durduğu yer Türkiye tarihinde öteden beri MHP’nin durduğu yerdir ve halk da bunu böyle görmeye alışmıştır. “Cumhur İttifakı” içinde gerçekleşen oy orantıları da bence bunu gösteriyor. Yani, “madem böyle, biz de bu yerin asıl sahibine verelim” diyor sanki “sağ seçmen”.
Bu gelişme, çatallı bir sonuca yol açıyor. Tayyip Erdoğan “siyasi düzeyde doğru” diyeceğim bir kararla MHP’ye yakınlaşma taktiğini seçiyor. “Doğru” diyorum, çünkü şu anda bu iki partinin dilleri, değerleri, teşhisleri ve siyaset yapma üslupları birbirine tutuyor. Böyle olunca yan yana gelmeleri de “doğru”. Ama bu “siyasetin aritmetiği” düzeyinde bakıldığında, “İttifak”, Tayyip Erdoğan’ın istediği sonucu vermedi — ileride vermesi de şüpheli.
İttifakın dili ve hedef olarak ortaya koyduğu şeyler de bana sorarsanız istenen sonucu vermedi. Cumhurbaşkanı ve ona yakın çevreler varılan noktayı yeterli görüyor olabilir ama “İttifak”ın üzerinde oturduğu kavram olan “beka”, sahibine bu kadar az kazandırıyorsa, bir tuhaf durum var demektir: ya toplum “beka” gibi bir soruna fazla önem vermiyor ya da toplumca karşı karşıya olduğumuz sorunun bir “beka sorunu” olduğuna ihtimal vermiyor.
Toplumdan aldığı bu cevap Erdoğan’ı ve partisini nasıl etkiledi? Yani, “beka” gibi kavramlarla siyaset yapmanın, aslında siyaset yapmayı bir “gerilim yükseltme” ve “düşmanlık yaratma” manevrası olarak görmenin yanlışlığını anladı mı? O ve çevresi? Hiç sanmıyorum. Uzun süre “deplasman”da oynamak zorunda kalan Erdoğan bu dönüşü yaptığından beri “kendi sahası”na döndüğünü hissediyor ve bundan vazgeçemez.
Şimdi önünde mücadele etmeye çok deneyimli olmadığı bir yeni “hasım” çıkacak: Ekonomi! Mücadeleye kendisi için en elverişli koşullarda başlamıyor. İşler tersine çalıştıkça, tekne su alacak ya da delik bir çuvalda buğday taşır gibi bir konumda kalacak. Bu konumda gene —hep yaptığı gibi— hayali düşmanlar ve komplolar bularak onlarla bir “gölge boksu” maçı yapacak ama bu iş yalnız gölgeyle yürümez; sahiden yumruk atacak birilerini bulması gerek — şimdiye kadar bulduğu gibi. Dolayısıyla “gerilim politikası”ndan vazgeçemez. ”Düşmansız bir politika” güdemez. Öyle bir “iktidar dengesi” kuruldu ki bu yıllarda, aradan “düşman” çıkınca bütün yapı devriliyor.
“Hayali düşmanlar” diyorum. Bunlar, Türkiye’nin güçlenmesinden rahatsız olan “dış güçler” olarak tanımlanıyor. Bu, söyleyenlerin de inanmadan söylediği, “paranoyak” bir söylem oluşturuyor. Gelgelelim, Erdoğan’ın ve iktidarının uluslararası ilişkiler çerçevesinde yarattığı imgeyle “dost kazandığı” da elbette söylenemez. Yakın ya da uzak çevre, “lahavle” çekip ayağının sürçmesini bekleyen güçlerle dolu. Bu kadarı doğru.
Dolayısıyla iktidar “beka” dilini sürdürecektir, bu da MHP’ye yarayacaktır. Üstelik MHP, üzerinden semireceği “tehlike” paniğini kendi yaratmak zorunda kalmayacak. Bu iş “koskoca” Cumhurbaşkanı’nın uhdesinde olacak.
“Büyük kentler”de kendini bu son seçimde açığa vuran eğilimin devamının geleceğini tahmin ediyorum. Bu eğilimin oluşmasını muhalefet becermedi. İktidarın kendisi, uygun bulduğu politikalarla kendi “popülarite”sini budadı ve budamaya devam edecek. Daha yaratıcı ve daha —içtenlikle—demokratik bir muhalefet süreci hızlandırabilirdi ama böyle bir şeyin olup olmayacağını bilmiyoruz. Şu anda, yeni kazanımların “Bunlarla olmuyor” dedirtmemesini ummak durumundayız. Bu belediyeleri baltalamak ve iyi çalışmalarına engel olmak için iktidarın olanca iktidarını kullanacağından şüphem yok ama toplumla iletişim içinde bunlara karşı bir direniş kurulabileceğini umuyorum.
Gelecek bakımından daha vahim düşünceler uyandıran durum şu anda İstanbul belediyesi üzerinde devam ediyor. AKP ve Erdoğan şimdiye kadar meşruiyetini seçim kurumuna dayandırdı. “Meşru” olmayacak şeyleri de “seçmen beni seçiyor, demek ki yaptığımı onaylıyor” mantığıyla yaptı. Ancak şimdi “kazanamadığı seçimi” meşru saymama eğilimini açığa vurdu. Seçim gecesi Anadolu Ajansı ile başlayan hukuk dışı, akıl dışı, kural dışı uygulama, “iktidar kaybı” karşısında bu partinin nelere başvurabileceği konusunda bir hayli aydınlatıcı oldu.
Son “check-up”ta benim görebildiklerim böyle, pek parlak olmayan şeyler.