Bir zamanlar Türkiye’de demokrasiyi savunanlar “141-142 ve 163 kaldırılsın” talebinde bulunurlardı. 141-142 Komünist örgütlenme ile propagandayı yasaklayan maddelerdi. 163 ise daha “masum” bir şekilde tanımlanmıştı ama “teokratik” bir siyaset anlayışı olanlar için tasarlanmıştı. “Komünistler”, “Şeriatçılar”… Bu kategoriye girecek bir de “faşizm” var. Faşizm var ama TCK’yı hazırlayan “erken Cumhuriyet” kadrolarının gözünde (ve kültüründe) faşizmin niçin yasaklanması gerektiğine dair çok açık seçik bir fikir yoktu. Sonuçta Ceza Kanunu’nda onunla ilgili bir madde de yanılmıyorsam vardı ama önemli görülmez, sözü edilmezdi. Sonuçta, Mussolini’nin yaptırdığı ceza kanununu tercüme ediyorduk. Mussolini’nin de toplumu faşizme karşı uyaracak ve savunma konumuna getirecek hali yoktu.
Sonunda bu üç madde gerçekten kalktı. Tarih aklımda değil ama sanırım 141-142 kalkmadan önce Türkiye’de Komünizm düzen için bir tehlike olmaktan çıkmıştı. Berlin Duvarı’ndan sonra bütün dünyada durum böyleydi. 163’ün kalkması da bence iyi oldu ama varlığı ya da yokluğu zaten bir şeyi değiştirmiyordu. 163 MSP’nin ya da onun ardından kurulan “Milli Görüş” partilerinin yolunu kesmemişti; AKP’nin yolunu da keseceği yoktu. Fiiliyatta Polis’in “C Masası”nın birkaç Nurcu’yu ayin yaparken toparlamasının dışında sonuç verdiği pek yoktu.Komünizm, Şeriat, Faşizm… Bunlar radikal ideolojiler. Bizim içinde yaşar “gibi yaptığımız” (yaşadığımıza inanır gibi yaptığımız) “demokratik” düzende aşırı ve tehlikeli sayılan ideolojiler. Gerçi bu “demokratik düzen”i önceden kurmuş olanlar bu gibi ideolojileri ve onlar üzerine kurulu örgütlenmeleri yasaklamıyorlar ama varlıklarından çok da hoşnut değiller. Örneğin Amerika’da “Komünist” olmak hiç de kolay değildir. Almanya’da yasaktı da. Konjonktürel durum değiştiğinde baskı artabilir de. Oralarda da gereğinde yasadışı eylemlerle “düzeni koruma” olayları olmuştur.
Radikal ideolojiler kendileri ise, öncelikle, kendilerinin bütün insanlığın iyiliğine olduğuna inanırlar. Dinci ideolojilerde otoritenin kaynağı iyice yükselir: ne olması, ne yapılması gerektiğini söyleyen bizzat Allah’tır. Seküler radikal ideolojilerde Marx gibi, Mussolini ya da Hitler gibi, bir insan görüyoruz. Bir insan elbette Allah gibi bir otorite olamaz; ama bu ideolojinin taraftarları bu bakımdan bir ayrım yapmıyorlar. Ha Marx, ha Allah. Zaten birine inanan öbürüne inanmıyor, böylece eşitlenmiş oluyorlar. Ayrıca, Komünizm’i Marx kurmuş ve her an onu anıyor, ona selamlarımızı gönderiyoruz ama somut gerçeklik düzeyinde Stalin’in sözünün, Kim İl Sung’un ya da Pol Pot’un sözünün daha kesin olduğunu biliyoruz.
Bu “büyük önderler” de, insanlığı kurtarmak için yorulmaksızın çalıştıklarını bize habire bildiriyorlar. Böyle ülkelerde yaşayanlar da, herhalde insanlığa sevgilerinden, önderlerini omuzlarında taşımaya devam ediyorlar.
Türkiye şimdi bu radikal ideolojilerden birinin yönetiminde diyebilir miyiz? Sanırım bunu söyleyebiliriz. AKP’nin erken iktidar yıllarında böyle bir tutumu yoktu ve uzun zaman da olmadı. Benim değerlendirmeme göre bu durum Tayyip Erdoğan’ın Davos’ta Şimon Peres’le karşılaşmasına kadar devam etti. Bu tartışma Erdoğan’ı bütün Müslüman dünyada beğenilen bir siyasi önder konumuna yükseltti. Aynı zamanda dünyada olup biten her şeyi birtakım komplolar çerçevesinde algılamaya ve anlamlandırmaya yatkın bir zihniyette bir alarma yol açtı. Malum, dünyayı parmaklarının ucunda oynatan Yahudiler ve Masonlar. Nitekim çok geçmeden “Gezi” gelince komplo ve kumpas varsayımları doğrulanmış oldu. Bu zihniyet, hoşlanmadığı bir şeylerle karşılaşınca, hiçbir zaman, “Ben ne kusur ettim?” diye düşünmez. Her seferinde, ona tuzak kuran bir “düşman” vardır. Zihniyetin sahibinin kendisinin bile buna inanmama ihtimali vardır; ama halkın böyle bilmesi, böyle düşünmesi gerekir.
Bu benim yorumum; yanılıyor da olabilirim elbette. Ancak bu olaylardan sonra Tayyip Erdoğan’ın, başlangıçta özellikle dış dünyada çok olumlu karşılanan “ılımlı İslâm” tarzında söylem ve eylemlerden uzaklaşma ve “radikal İslâm”la bağdaştırılan tavırlara yaklaşma süreci başladı. Başladı ve devam da etti. Erdoğan’ın yaptığı her şeyi İslâm’a bağlamak çok doğru olmayabilir. Bir politika anlayışı, yönetim anlayışı ve bir siyaset kültürü de var işin içinde; ama bunların hepsinin İslâm’dan ya da Tayyip Erdoğan’ın yorumladığı İslâm’dan alınmış tarafları var. Bugünkü rejim “Ey ahali! Şeriat adına alkollü içki içmeyi yasak ettik!” demiyor — Tayyip Erdoğan’ın iyi dostu Ömer el-Beşir’in yaptığı gibi. Türkiye gibi gelenekleri olan bir toplumda böyle bir beyanatta bulunmak kolay değil. Ama çok belli etmeden konulan vergilerle içki tüketimi adamakıllı güçleştiriliyor. Böyle böyle, “koşar” olmayan adımlarla şeriatın buyruklarına uygun bir toplum olmaya yaklaşıyoruz.
“Demokrasi” radikal denecek bir ideolojiye dayanmaz. Hatta, tam tersine, her türlü “radikalizm”le çelişir. Örneğin, temel kurallardan biri, “seçimle gelmek”se, onunla eşit önemde bir kural da “seçimle gitmek”tir. Şimdi, kendisinin bütün insanlığı kurtaracak düşünce tarzı olduğuna inanan bir ideoloji böyle bir kuralı sindirebilir mi? “Radikal” karakterinden ötürü kurulu düzenin (“monşerler düzeni” de diyebilirsiniz) bir yığın engelini aşıp iktidara gelmeyi başarmış bir parti, bir hareket, bir seçim sonrasında kimbilir ne gibi kumpaslar sonucunda çoğunluğunu kaybedecek ve “Ne yapalım? Haydi bana allahaısmarladık” diyecek.
Demokrasinin ne olduğunu iyi bilen Mehmet Ali Aybar Türkiye İşçi Partisi’nin seçimle geleceği gibi seçimle gideceğini de ilan etmişti. Ama o bunu yaptığında, “burjuva değerleri”ne ne kadar bağlı olduğunu bir kere daha gösterdiği için onu eleştiren pek çok solcu arkadaşımız da vardı.
Evet, şimdi uzun sürmüş bir AKP yönetimi esnasında yapılmış bir yerel seçimin ertesindeyiz ve AKP ülkenin belirli yerlerinde önemli oy kaybına uğramış durumda. Ben bu satırları yazarken İstanbul hakkında YSK’nın kararı henüz açıklanmamıştı. Ama AKP tarafından şimdiye kadar yapılanlara bakınca, “seçim kaybetme”nin ne kadar zor olduğunu görüyoruz.