Yorum belki en eski zihinsel işlemdir, yazı ve hesapla eşzamanlı belirmiş olmalı. Bu iki işaretleme tarzının bulanıklaştığı anda yorumlamaya ihtiyaç doğar. “Şu kapıyı açın!” Şimdi, diyordu Valéry, bu buyruk bir kapalı mekânda seslendirildiğinde mesele yoktur, anlamı apaçıktır. Ama ya açık arazide söylenmişse, dağ başında veya dere kıyısında?
Şamanın kehaneti her zaman kapalıydı. Tefsir gerektiriyordu, ilave ya da sıçramalı kavrayış. Üstelik çoğu zaman (Sofokles’in Oidipus’unda olduğu gibi) ancak eylemden, edimden sonra anlaşılabiliyor, ama yazık ki ancak yanlış edimden sonra, demek yanlış yorumlandıktan sonra hakikatini açığa vurabiliyordu. Demek kökende hata vardı, sonraki trajik gelişmeyi mümkün kılan – ve tabii ardından bu skandalı örtbas etmeye, hatayı nihai doğrunun ön belirtisi olarak ehlileştirmeye yönelen bütün bir resmî yorum geleneği.
Ama bir skandalın hasarını asgarileştirme ihtiyacından doğmuş olsa bile yorum pratiğinin yalan söyleyemediği bir eşik de olmuş: açıklanmaz olanı, üstü örtülmez olanı buharlaştırmak yerine önce kaydedip (demek kabul edip) sonra da bir müzakere mesafesine çekerek orda tutma çabası. Yorum aralığı fikri üzerinde biraz durmalıyız. Sonu gelmez parlamento zevzekliği anlamına da gelebilir, anlama çabasının anlaşılmaz olan karşısında pes etmesine de.
Yakup Kadri’nin dediği gibi çeviriyle başlar. Yabancı sözcükler vardır karşımızda, yabancı sözdizimi, en kötüsü de deyimler: sözcükleri ve grameri bilsek bile anlamına nüfuz edemeyeceğimiz, çünkü bir başka topluluğun kendi çirkin veya sevimli suç ortaklığının ürünü olan sözel birimler. İşgal edeceği yerkürenin gramerinin genel kurallarını kendi gezegeninin yabancı diller okulunda tahsil etmiş Merihli askerler gibiyizdir o sözler karşısında. Yabancılık, zorluk, muğlaklık, kısaca mesafe – ama işte hermenot da geçimini buradan kazanıyordur. Napolyon Mısır’a giderken ordusunun yanında arkeologlar, hiyeroglif uzmanları ve Arapçacılar da götürmüştü. Yanlış bilmiyorsam eğer, şu maliyet sıkışması çağında Ortadoğu’ya gönderilen Amerikan özel birimleri hızlandırılmış bir Arapça eğitimiyle yetinmek durumunda kalıyorlar. Hermenötik geleneğin (özellikle Kristof Kolomb sonrasında) emperyal girişimlerle ilişkisi, ne yazık ki rahmetli Edward Said’in yeterince üzerinde durma fırsatı bulamadığı bir meseledir. Bizse yorumun, düpedüz yorumun ve özellikle şen şakrak bir yorumlama iştahının kendi “emperyalist” taşkınlığıyla uğraşmalıyız bugün. Ama daha önce şu mesafe ya da aralık konusu var.
Eldeki metnin uzaklığı, yabancılığı ya da parçalanmışlığı, bazı kısımlarının kaybolmuş veya silinmiş olması – bunlar o metinle aramızda bir aralık yaratır, bir “eşik uzamı”. O uzam yorumu çağırır, yorum da o uzamı işgal etmeye yönelir. Divan bahsinde Yakup Kadri’nin değindiği üç “filtreyi” düşünelim: Tercüme, şerh, tefsir. Bu işlemlerin üçü de bir yanda kavrayışla öte yanda kavranacak söz arasında asgari ama giderilmez bir mesafe olduğu için vardır. (Turgut Uyar kaydetmişti o aralığı, “Acının Tarihi” şiirinde: “Kalın ve karanlık bir çatı merdiveni gibi / giderilmez eksikliğini tanırım onun.” Tanırım: hem bilmek, hem de bir devletin öbürünü tanıması gibi tanımak, kabul etmek. Belki saymak.)
Ama yorum işleminin çekirdeğini görmek için sadece çeviriye bakmak yeterlidir: çeviri, “özgün” metne sadık olsun ya da olmasın, her zaman bir fark yaratır, silmeye çalıştığı, silmek için görevlendiği bir fark. Bu farkın çevresinde gider gelir, itişir kakışır. Ve bu çekişme içinde o fark her an silinir ve her an yeniden yaratılır. Kaynak dilin hedef dile mesafesi, yabancılığı, demek yatışmazlığı, mesleğine saygı duyan çevirmenin hem en büyük düşmanıdır hem de vazgeçemeyeceği düşmanı, sürekli cesaretlendirmeye çalıştığı rakibi. Ve “kavrama” dürtüsü, yabancı olanın üstesinden gelme iştiyakı, belki şehveti, malzemenin direnciyle doğru orantılı olarak artar. Zor zaferler de olur bazen, galibi zor durumda bırakan, mahcup edici zaferler. Bir altmış yıl öncesine kadar sık verilen örnekti: T. S. Eliot’un Saint-John Perse’in Fransızcasından yaptığı Anabasis çevirisinin “orijinalinden daha güzel” olduğu belirtiliyordu (ben olsam sadece şey derdim, Eliot’un kendi işlerinden de iyi).
Ama işte burada iki farklı (belki zıt) kavram girdi işin içine. Güzeldi ama iyi miydi? Walter Benjamin de girdi. Geçen yüzyılın aynı döneminde (30’lar olmalı) ona da teklif edilmişti Perse’in Almancası. Şu gerekçeyle reddetti: “Fazla güzel, sadece güzel, benim işim değil.” Güzel olan her şeye düşman olmadığını en azından Proust çevirmiş olmasından biliyoruz. Marsilya’yı, Napoli’yi, satrancı sevmesinden de. Ola ki şunu sezmişti: bunu ancak kendisi kadar güzel yapabiliriz, ama bu da çok sıkıcı bir totoloji değil midir? Veya ebediyen Süleymaniye’nin yanında Çamlıca gibi kalmaya mahkûm değil mi biraz? Ama sadece “güzel”in sadakati değildi bu; bir de çevirmenin “iyi”si vardı, deyim yerindeyse yurttaşlık bilinci. Bu kısmı “Çevirmenin Görevi” başlıklı denemesinde işler: Mesleğine saygılı çevirmen aynı anda iki zıt işi, iki düşman işlemi yerine getirmek zorundadır: hem kaynak metnin yabancılığına karşı savaş açmak, onu dize getirmeye uğraşmak, hem de onun “giderilmez” uzaklığını bu dilde, bu tanıdık dünya içinde hissettirmek. Benjamin’in bunun sadece teknik ya da estetik değil, başından itibaren siyasal bir faaliyet olduğunu sezmediğini düşünemeyiz. Çevirmenin iyi’si, gariplikle aşinalık arasındaki bu açıklığı, bu diplomasi alanını korumaktı. Bazen de kendi tarafında karşı tarafın sözcüsü olmak.
Gidiş geliş. Müzakere. Modern hermenötik disiplininin kurucusu F. Schleiermacher, bir rahip olmasına rağmen, bu sürecin sonlanmasının mümkün olmadığını vurgulamıştı. Gittikçe genişleyen çevrimler halinde, parçadan bütüne gidip geri dönmek zorundaydı yorumcu. Her dönüşünde orada, kaynakta yeni bir şey keşfetmiş (mi) olacaktı.
İşte en masum failinin Yakup Kadri olduğu bir ergen resmiyetin tahammül edemediği şey de bu sonu gelmez gidiş geliş, bu sürekli çabaydı. Her söz bir defada ve dolambaçsızca kendi nihai ve tartışmasız anlamına erişsin. Hayır, erişmesin, zaten başından beri orada olsun. Yakup Kadri, andığımız metninde, Divan’dan veya Cenap Şahabettin’den (o sıralarda henüz tam bilmediği) Yunus Emre’ye geri gelişini, bir sefihlik ve cümbüş gecesinden sabaha doğru aile ocağına ve bilhassa anne kucağına dönen bir genç adam istiaresiyle anlatır (kendisi de o tarihlerde henüz kırkını bulmamıştır). “Yabancı” kutsal metinlerde de zaptedilmiş bir imge: haylaz, hovarda oğlanın süklüm püklüm eve dönüşü.
Ya evde hiç kimse yoksa, ev o ev değilse? Anladığım kadarıyla bu pilav daha çok su…