Ayrıntılara dalan, mutlu görüntülere dalıp giden ancak sebepsiz görünen mutluluğun asıl nedenini bulamayan, dalgın dalgın sigara içen ya da öylece bakan hatta sadece tek gözü dalgın bakan, dalgın bir sesle konuşan, dalgınca gülümseyerek bir diğerinin saçını okşayan, dalgınken mırıldanan, dalgınlıkla eyleyen -mesela rüyadaymış gibi bir arabanın önüne atlayıveren öykü, roman kahramanları var: Dalgın kadınlar ve dalgın adamlar. Aynı gökyüzünün altında aynı havayı koklayan, aynı anda başı dönen, aynı anda dengesini yitirip yine de esenlik içinde olanlar. İnsanlar hayallere dalıyor. Çocuklar oyuna dalıyor. Dalmış olanlar, bazen bazı şeyleri ölseler, hatırlamıyorlar. “Dalmışım, hatırlamıyorum.” Çünkü dalgınlık bir konuya, bir an’a, yaşamı oluşturan parçalardan bir tanesine kapılıp gitme; çevresinde olup bitenleri izleyemeyecek denli kendi düşüncelerine, duygularına kapanma hali. İnsan kendi düşüncelerine, duygularına, sesine kapandığında büyük ihtimalle özgürdür; uygun koşullar altında ya da uygunsuz koşullara rağmen kapanmıştır. “Kendi dünyasına dalıp gitmiş.” Dalgınlık bazen zayıflık gibi aksediyor ama bir yandan da bir kendinde olma, kendi fikrinde, yolunda olma; düpedüz bir başkaldırı hali, neden olmasın?
Melis Uğurlu, XXI dergisinde yayımlanan ve galerileri konu ettiği yazısının bir yerinde, sınır ve bariyerleri ortadan kaldırmış, ufku açmış mekândaki varoluş biçimini tarif ettiği yerinde yani, “…ayağımla ritme uydum, sağa sola yalpalayarak tablolar arasında dolaştım. Özgür ve dalgın hissettim ve artık yabancı değildim,” diyor ve dalgınlık ve sınır kavramı arasında, aynı zamanda aidiyetle de doğrudan bir ilişki kuruyor. Kaybolma endişesi altında dalamazsınız ama bir kere daldıysanız kaybolmayacağınızı bildiğiniz bir yerdesiniz; ev gibi, okuyabildiğiniz, el yordamıyla izlerini takip edebildiğiniz, tanıdık bir yerde.
Dalabilmek için temiz bir alan lazım. Duvarların, bariyerlerin, sınırların, çizgilerin ansızın ortaya çıkmadığı, açık bir manzaranın karşısında veya içindeyken dalabilir insan. Uçsuz bucaksız bir manzara ya da kesintisiz bir uzam demek değil bu. Nihayetinde kent, parçalı bir yapı. Ve bu parçalı yapı aylaklığa da dalgınlığa da engel olmaz -alıştığımız, bildiğimiz bir peyzaj çünkü. Diğer yandan, insanın gözünü gönlünü açan, ferah bir resim de lazım değil. Füruzan’ın “Kuşatma” öyküsünde dispanserde sırasını bekleyen Nazan’ın annesi pencereden mezarlığı; genç Çingene kızının mezarlığın ağırlığını, hüznünü silen gülüşünü, hindibağ topladığı andaki neşesini izlerken dalıp gider mesela. Ta ki hemşirenin “Hadi hanım sıra sende,” sesini duyana, önündeki hastalar muayene olup çıkana kadar her şeyi siler, tüm sesleri ve hareketi dışarıda bırakır, bir anda, yaşamı neyin kolaylaştırdığı sorusuna, karşısında bir mezarlık olduğu halde hafiflik ve mutluluk fikrine dalıp gider. (Aynı mezarlıkta o mutlu Çingene kızı olmayaydı, yine dalabilirdi Nazan’ın annesi fakat kapandığı şey, hafiflik ve mutluluk fikri değil, zaten sık sık düşündüğü yalnızlık ve genç yaşlılığı olurdu muhtemelen.)
Kentte bariyerler var. Yapıları, sokakları görünmez kılmıyorlar; o kadar yüksek değiller. Hatta geçici ve geçirgenler. Işığı, ısıyı, rüzgârı, sesi geçirebilirler. Buna rağmen, bariyerlerin oralarda olmadığı zamanlarla oralara yerleştirildikleri zamanlar arasındaki makasın bir maliyeti var: Dalgınlık maliyeti. Artık dalgın değiliz; dalgın ve özgür değiliz. Çünkü o bariyerin, beriki sınırın, diğer duvarın, çitin, çizginin … kent peyzajının parçalı ahengine müdahale eden, kentin bir parçasını insanın elinden alan ve insanı katılayan, büzen, başka bir deyişle ısınıp çözülmesini, gevşemesini engelleyen bir gücü var. Herhangi biri, yalpalayarak yürümeye meyilli biri bile olsa bu, uyanık olmak zorunda.
Güvenlik bariyerinin, pek çok güvenlik bariyerinin, mekânsal şiddetten başka bir anlamı yok. Yapıları müdafaa eder gibi görünen bariyerler, esas olarak insanların dalgın ve özgür hissetmelerini engelliyor. Önüne bariyer çekilmiş bir yapının ya da sokağın karşısında yürürken, bir güvenlik endişesi varken dalgın olamaz kimse.