Savaştan sonra değil, savaş “sırasında” yazılan bir eserdir Minima Moralia. Adorno, çalışmanın girişinde, “henüz savaş sürerken” yazma eyleminde bulunmanın sancısını, bu eyleme musallat olan sinsi-kıyıcı bir duyguyu adlı adınca zikreder:
Bu itiraf çalışma bittikten sonra gelir. Ama yazar çalışma esnasındayken suç ortaklığı parametresi kendi usulünce işliyordur: Yazma eylemini, düşünce geliştirme arzusunu huzursuz eden, olumsallığa, çürük iyimserliğe, hatta gözünü bütünlük ve tamlık hedefine dikmiş saf felsefeye ve estetiğe asla müsaade etmeyen, “sözü edilemeyecek kadar korkunç kolektif olaylar” düşünceyi de onun nesnesini de parçalıyordur. Bu parçalanma sürecinden “yazı” da payına düşeni alır: Parçalanmış düşünceleri bir arada tutan, onları bir merkez etrafında toplayan enerji son bir çabayla ete kemiğe bürünmek, söze dönüşmek istiyordur sanki. Ama burada kurulmaya çalışılan söz, “teorik tutarlılığı” reddeden bir niteliğe sahiptir: üretilen parçaların düşüncenin taleplerini “tam olarak yerine getiremediği” bir form –parçalı yazı- söz konusudur. Bir tercih olmaktan ziyade bir tür zorunluluktur bu form. Bu formda fazlalıklar –gevezelikler- değil, fireler -sessizlikler- belirleyicidir...“Sözü edilemeyecek kadar korkunç kolektif olaylar karşısında bireysel konulardan hâlâ söz açabilmenin de bir suç ortaklığı içerdiğini kendime itiraf edememiştim henüz.”[1]
Ama konuşmak, söz almak, ya da tersine susmak ve suç ortaklığı arasındaki yakıcı denklem: “Kendime itiraf edememiştim henüz”. Ortada bir suç ortaklığı vardır çünkü “orada” savaş sürüyordur, etkileri “buraya” da sıçramıştır, dahası kolektif olayların, özellikle de toplama kamplarının külleri hâlâ sıcaktır. Düşünürse savaş alanın kısmen uzağında, hayatta kalmış olmanın, kendi ifadeleriyle “cehennemde hâlâ soluyabilecek havayı buluyor olmanın utancı” içinde bireysel konulara eğiliyor, “göçmen aydının özel alanı” hakkında konuşuyordur. Kolektif olayların kolektif bir suç çemberini de yarattığı bir vasatta, ille de bir söz söylenecekse, kişi “kendi deneyimini” eksen almalıdır, ama deneyime ilişkin bilindik sadakatin de derhal sadakatsizliğe, yalana yahut sahtekârlığa sürüklenme ihtimali vardır. Öte yandan, “göçmen aydının özel alanı” da tüm politik-entelektüel içerikleri ile tartışmaya açık yaralı bir alandan ibarettir, çalışmanın alt başlığı: “sakatlanmış yaşamdan yansımalar.”
Adorno konuşabildiği sıralarda, yaşam özellikle faşizmden darbeler almıştır: Bundan böyle yaşam addedilen şey tökezleyerek, koltuk değnekleriyle sürdürülecektir. Üstelik “normal olan” bir daha geri dönmemek üzere yeryüzünden silinmiş gibidir:
“Bu savaştan sonra yaşamın ‘normal seyrini’ sürdüreceğini, hatta ‘kültürün’ yeniden kurulabileceğini (...) öne süren bütün düşünceler ahmakçadır. Milyonlarca Yahudi katledildi; ve bu da felaketin kendisi değil, sadece bir perdesi.”
Sakatlanmış bir yaşama yönelik normallik çağrıları yalnızca ahmakça oldukları için değil, siyaseten kabul edilebilir olmadıkları için de mahkûm edilir: “normallik ölümdür” Adorno’ya göre. Bununla birlikte, dünya sahnesinde “felaketin” şimdilik sadece bir perdesi oynanmıştır, sırasını bekleyen olası perdelerin sergilenmesiyse an meselesidir...
İster politikacı ister sanatçı isterse düşünür olsun, böylesi bir iç karartıcı tabloya rağmen söz almak isteyen öznenin durumu epey vahimdir: deneyimi abartıp, duyguların tazyikine kapılıp bir hınç ve öfke varlığına dönüşmesi işten bile değildir. Bir felaketi yahut yıkımı görmenin, ona şahit olmanın etkisi öncelikle mesafe hissindeki dağılmadır, nitekim Adorno etik-politik bir formülle “mesafeli yakınlık” üzerinde durur: kendi bulunduğu koordinattan hakikate ve “korkunç olaylara” bakan bir öznenin baktığı nesneyi bütünüyle içine almadığı, sınırların farkında olduğu; ayrıca bakışın failinin nesnenin içine çekilip kaybolmadığı bir çizgide konumlanma olarak mesafeli yakınlık...
Düşünceyi ve sözü kuşatan, parçalı ve dağınık da olsa yaratıcı-estetik etkinliğin itibarını sarsan, boşluk ve nafilelik hissini başat kılan, dahası konuşma eylemini ve hayatta kalma çabasını suç ortaklığından çekip alıp “suçluluk duygusuna boğan” esas dinamik, henüz ilk perdesi gerçekleşmiş olan felaket ve onun hareket halindeki kuvvetleridir. Adorno –biraz da Benjamin’le polemik halinde- sert bir düşünce öne sürecektir bu hususta: “Yakın geçmiş her zaman felaketlerden artakalmış bir yıkıntı olarak görünür bize.”
Barış Bıçakçı’nın son romanının adı: Tarihî Kırıntılar. Başlık hem yapıt hem de yazarın söylemsel konumu –mesafeli yakınlık stratejisi- hakkında fikir verir cinsten: Barış Bıçakçı, “kırıntı” kelimesinin küçüklüğü ile “tarihî” kelimesinin büyüklüğü arasındaki diyalektikte, bütünden kopmuş, daha doğrusu koparılmış, bireysel ve toplumsal hafızada unutuşa, demek daha da ufalanmaya ve nihayet hiçliğe bırakılmış kırıntıları –parçalarla ilerleyen bir form dahilinde- edebiyatın, sözün ve estetiğin tezgahına almakta; elbette belli bir riski, özellikle de ölüm, ya da daha doğrusu “siyasal öldürülme-ölüm gibi fenomenler hakkında” konuşma riskini ve krizini de sırtlanarak...
Barış Bıçakçı, Türkiye’nin “yakın”, hatta epey “yakın tarihinde” vuku bulmuş, içi yoğun politik ve toplumsal kırıntılarla yüklü “kolektif olayları”, metindeki merkezi bir Olay’ın –bir sevgi nesnesinin kaybı- etrafında örerek, ama Türkiye cehenneminde hâlâ soluyabilecek bir havayı buluyor olmanın da basıncıyla bir panorama çıkarır romanda. Ölüleri ve yaşayanlarıyla Türkiye panoramasıdır bu. Metinde sadece karakterin değil, yazarın da, yazarın prizmasından geçerek okurun da yakasına yapışan tahripkâr bir basınç iş görmektedir: “Belki bu günlerde şiirden söz etmek de felaketin ortasında sevişmek gibidir.”[2]
Hangi günlerdir bunlar? “Bu günler” ile işaret edilen zaman, 2015 Temmuz’unda gerçekleşen Ankara Garı Katliamı’nın hemen sonrasıdır. Şiir ya da başka bir şeyden söz etmek hâlâ mümkün müdür? Bu sorunu da yedeğine alan “sevişmek” fiilinin iki ucu vardır ama: Acıdan ve utançtan çarpılmış özne(lerin) eksilip yok olma arzusu ile toplanıp çoğalma arzusu. Her durumda arzu ikiye yarılmıştır: kısa bir süre sonra Tarih’e karışacak, savruk dağınık kırıntılara dönüşecek kolektif olayların etkisiyle bir yakasında ölümün, geri çekilmenin, sönmenin; diğer yakasında ise hayatın, söz almanın, eylemde bulunma isteğinin titrediği muğlak bir edimdir artık arzu. Adorno’nun çokça istismar edilen “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” sözü yankılanır burada, ama esaslı bir farkla: zamansal vurgu Barış Bıçakçı’da “sonra” zarfına değil, “bu günlerde” zarfınadır...Metnin düzensiz tarihsel gidiş gelişlerinin de gösterdiği üzere, aslında karakterin ağzından dökülen bu cümledeki “belki” ihtimali de çoktan iptal edilmiştir, zira “bu günlerde” aralığının geçmişi ve geleceği de kapsadığı; “bu günlerde”nin kırılgan değil, esneyebilir plastik bir hal aldığı “ontolojik” bir zemin yürürlüktedir. Bu ontolojik zeminde “bu günler” aralığına yığılan olaylar, Benjaminci bir bakışla “istisnayı” değil, “kuralı” ön plana çıkarmıştır: tükenmeyen, silinmeyen, aksine yeniden yazılan, sistematik bir nitelik edinen kırıntılar ve bunların yıkıcı boğuk etkileri... Hazzın suçluluk duygusuna gömüldüğü bu ortamda yalnızca şiir ya da roman yazmak değil, sıradan bir varoluşu sürdürmek, “normal” bir birey olmak, konuşmak dahi felaketin “ortasında sevişmek” gibidir artık: Kırıntılara yeni ve daha korkunç kırıntıların eklendiği bir zamansal aralıkta, Freudcu manada zaten şaibeli-karanlık olan haz –yaşama sevinci- büsbütün askıya alınmamışsa bile kesilmelerle, lekelerle, kızgınlıklarla ve şüphelerle sakatlanmıştır...
Barış Bıçakçı’nın metni bu sakatlanmış hayatın kanamalarına tampon yapma, yaralarını sağaltma derdinde değildir. Basit bir yüzleşme çağrısı, küstahça bir ayna tutma jesti, hele hele olan bitenler karşısında bir yazar olarak kendini aklama hamlesi, tellallık zevki, ya da ucuzundan bir “uzlaşma” olmadığı gibi normal olana dönme arzusunun tezahürü de değildir. Örtülü bir problem metnin bütününü kendi yörüngesinde tutmaktadır sanki: Bir türlü gitmeyen, kalıcılaşmış, yatışmayan, “süreklileşmiş” bir felaket halinin toplumsal yapıyı parçalaması ve yeniden kurması... Bu parçalanma ve yeniden kurulma süreçlerinde cereyan eden toplumsal ve bireysel alçalmalar, çürümeler, çaresizlikle ve hatta zavallılıkla gelen mecburi bükülmeler, rezillikler...
Felaketin geçici değil, “daimi” bir kategori olduğu, dolayısıyla felaketin felaket olma özelliğini yitirdiği bir ülkede yaşamak zorunda kalan öznelerin bireysel suçluluk duyguları, vicdan azapları, konuşma ve susma geriliminde sıkışmaları ve ilk bakışta bireysel görünen tüm bu semptomların toplumsal ve siyasal veçheleri de tartışma alanına çekilmiştir: Metinde bu veçheler uyarınca, 1990’lardan itibaren Kürt meselesinden Ankara Garı Katliamı’na, 1980’den 2000’lerin başlarına, daha yakın dönemdeki “hendek siyaseti”nden linç ataklarına Türkiye’nin tarihi, yanına “kültürü”, bilhassa “şiir” gibi sözüm ona “hijyenik” bir olguyu da alarak, yazarı olduğu kadar okurları da kapsayan bir suç ortaklığı vurgusuyla, “kırıntılar” halinde söylemsel alana taşınmakta...
Romandaki esas Olay’ı hasıraltı etmeden, ama bu olayın yanına yöresine serpilmiş kırıntıları, metinde de geçtiği üzere bir “serçe” misali tırtıklamak: felaket kategorisini de işin içine dahil ederek, acı ve haz, konuşma ve susma, ses ve sessizlik ikiliklerini, hakkında konuşulabilir olanla konuşulması kabil olmayanı, “sözü edilemeyecek kadar korkunç” şeyleri edebiyatın dolayımıyla tartışmaya çalışmak... Kırıntıların kaşla göz arasında silinip süpürüldüğü, unutulduğu, ihmallerin, kabahatlerin ve suçların geçiştirildiği, güya normalin hüküm sürdüğü bir “ülke gerçeği”ne daha yakından bakmak: “Bütün binalar dimdik ayakta ama manzara yine de bir yıkım manzarası.”
[1] Theodor W. Adorno, Minima Moralia, çev. Orhan Koçak / Ahmet Doğukan, İstanbul: Metis Yayınları, 2012, s. 18.
[2] Barış Bıçakçı, Tarihî Kırıntılar, İstanbul: İletişim Yayınları, 2019, s. 86.