Öyle bir çukurda debeleniyoruz, öylesine kesif bir hakikat kaybı ve nefretiyle damgalanmış bir iklim ki bu; sahtekârlığın, yalanın ve inkarın öylesine sıradanlaştığı bir sapıklık düzeni, sadece hakikati dile getirmek çoktan en cesur ve en devrimci eylem haline geldi artık.
Güvensizlik, korku, yoksunluk ve kızgınlık hislerinin politikanın, politika yapma biçimlerinin alışıldık tüm ölçü ve yordamlarını ortadan kaldırdığı büyük gerileme ve karanlığın zamanı.Asgari emniyet ve aidiyet hissi ve mekanlarının, evin, altımızdaki zeminin kaybı ve parçalanmasına, daima bir fazlalık/aşırılık ve gerilim baskısı ve koşullarında yaşadığımız hayatı tahammül edilir kılan ilişki ve bağların aşınmasına, varoluşumuza yönelik yaygın tehditlere, ve doğrudan geleceğin kaybedilmiş olduğu duygusuna ilişkin olan ve onları telafi eden tekinsiz fantazilerle tetiklenen söz konusu gerileme ve karanlığın failleri her yerde artık ve egemen konumdalar. Ortak bir iyilik, emniyet ve mutluluk hedefi yerine, söz konusu kayıp, tehdit ve yıkımların sorumlusu olarak komşuyu, kendi benzerini, en yakındakini işaret ederek işleyen o fantazi ve politika evreninde vaat edilen şey kayıp, yoksunluk, parçalanma ve yıkımın herkesi içine alacak biçimde genelleştirilmesinden, sefil bir haset politikasından başka bir şey değil. Gerçi tekrar edip duran bir ruhsal örüntünün günümüzde iyice yaygınlaşmış olmasından söz etmiyor muyuz burada: Tanıl Bora’nın, 1919 daki kısa ömürlü Münih Konsey Cumhuriyeti devriminden söz ettiği yazısında Volker Weidermann’dan aktararak yazdıkları örneğin: “…karşı devrimin korkunç şiddetine destek veren kalabalıkların, adeta kaybedilmiş Dünya Savaşı’nı böylece kazanmış gibi hissettiklerini düşünür – ve tabii bütün korkularının da öcünü alıyorlardır.”[1]
Demek başlıca amacı ve motivasyonu hitap edilen kitlenin gözünde yapısal-toplumsal ilişkilerin konu dışı bırakılmasını, kapitalizme özgü içkin açmazların üstünün örtülmesini sağlamaktan ibaret olan ve hemen her zaman faşist bir ton taşıyan hınç ve nefret politikaları da -faşizmin sermayenin sorunlarına sermayenin içinden geliştirilen bir çözümü temsil ettiğine ilişkin klasik tanımı da anarak- aynı sapıklık matrisinden, sapık ruhsal yapıyı kuran aynı inkar mekanizması ve tutumundan, aynı hakikat ve gerçeklik nefretinden köken almıyor mu?Burada demek ki müşterek hayatlarımızın nasıl olması gerektiğini dert etme, bunun üzerine düşünme, buna ilişkin ortak bir tasa ve tutkuyla birlikte davranma arayışı yerine mutlak bir iktidar ve güç hırsı, o yıkım ve parçalanmayı evrensel kılacak bir iktidar ve güçle özdeşleşme arzusu vardır artık. Öylesine mutlaklaştırılmış bir güç/iktidar vehmi ve fantazisidir ki bu, bizzat taşıyıcılarının gözünde de onun gazabından ve hışmından sakınmanın yegane yolu ancak tam bir özdeşleşme/kaynaşma olabilir artık. Her seferinde yeni baştan kurulan bir kısır döngüdür bu. Sahici hiçbir değer ve inanç sistemine yaslanma ihtiyacı duymayan, dahası bunu fuzuli sayan, “yapıyorum çünkü yapabilme kudretine sahibim, yapmaya gücüm ve iktidarım yetiyor” demekle yetinen, kendi iktidarını ve gücünü histerikçe teşhir etmekten zevklenen (gönüllü izleyicilerinin de aynı histerik ayinlerini tetikleyen), hesap vermeye tenezzül etmez bir kibir ve böbürlenmenin aktörü ve yeri olarak mutlak bir iktidar ve güç odağıyla özdeşleşme arzusu.
İnsan konuşan varlıktır, en önce. Bir dil varlığıdır. Çünkü varlığını koruması, hayatını sürdürmesi büyük ölçüde buna bağlıdır: Hayati ihtiyaçlarını (açlığını örneğin) daha en baştan itibaren bir talep biçiminde (ağlayarak, feryat ederek) “dile getirmesi” gerekir. Kendisi o ihtiyacı karşılamaktan acizdir çünkü. Söz konusu ihtiyacın giderilmesi, muhtemel (ve daima yetersiz kalacak olan) bir tatmin ancak Öteki’ne yönelen, Öteki’ne hitap eden talep sayesinde mümkün olacaktır. Anne-Öteki söz konusu çığlığı, demek bir talep biçimini almış, dilin düzenine kaydolmuş ve orijinal halinden kopmuş olan ihtiyacın bu ilkel/ilksel halini yeniden tercüme edecek (o da dile tabidir çünkü, dille sınırlıdır, dilin öznesi, dil varlığıdır) ve bu tercümeye/yoruma uygun düştüğünü düşündüğü eylemlerle (emzirmek) karşılık verecektir. Anne-Öteki’nin yaptığı bu talep tercümesinin/yorumun daima yetersiz kalacağını, çocuğun çağrılarını asla bütünüyle anlayamayacağını, esasen tam olarak tatmini mümkün olmayan bir dürtüsel gerilimden kaynaklanan talep ile onun anne-Öteki tarafından yorumlanması arasında daima bir açıklığın, bir artığın, bir örtüşmeme halinin ortaya çıkacağını da not edelim. Çocuk tarafından Ötekinin ihmali/reddi/kayıtsızlığı olarak anlaşılan ve çocuğun mütemadiyen tatmin olmamış görünmesine yol açan, ve başlangıçtan itibaren “Bunları bunları söylüyor söylemesine de Öteki benden tam olarak ne istiyor” sorusunu canlı tutan, çocuğu bu soruyla yüzleştirip duran bir artıktır bu. Eksiğin/eksikliğin insan öznenin kimliğinin temel kurucu unsuru olması, hayata eksiklikle başlamamız demektir bu. Öteki ile ilişkimizde temel bir arzu alanının/boyutunun (ötekinin arzusu ne?) açılması demektir.
Demek şuna varıyoruz: Çocuk annenin bütünüyle kendisine ait olmasını arzular. Çünkü tüm dikkati ve konsantrasyonu kendi dürtüsel gerilimine, bu gerilimden kaynaklanan acıya/hazzın yokluğuna yönelmiştir ve bu müşkülata eksiksiz bir çözümün peşindedir. Böylesi bir çözüme kavuşmak, bunun temini ve güvencesidir tüm emeli. “Çocuklarımız sanki hiç/ebediyyen doyurulmamış, annelerinin memelerini sanki hiçbir zaman yeterince emmemiş gibidirler” der Freud. Birincil narsisizmin ve bir tür ‘bencilliğin’ dönemidir bu. Böylece sevgi, şükran, kıskançlık, suçluluk duygularının daha sonra, öteki-anne ile bütünlüklü bir nesne ilişkisinin kurulmasından sonra ve bu ilişkinin bir işlevi/ürünü/sonucu olarak, oradaki karşılıklı ilişki matrisinden neşet ederek, demek sıradan alma-verme ilişkisinin çok ötesine yerleşerek zuhur edeceğini de söylemiş oluyoruz.
Günümüzdeki yaygın psikopatolojiyle, ruhun günümüzdeki ızdıraplarıyla, ve yıkmaya/ortadan kaldırmaya yönelik narsisistik şiddet pratikleri ve hınç/nefret politikalarıyla ilintili hasetten, hasetin varlık zemininden de söz etmiş olmuyor muyuz böylece? Benim olanın, evimdeki zevkin/tatminin bir başkası (benzerlerim; komşular, yabancılar, göçmenler, Suriyeliler, tuzu kuru okumuş tayfası vb.) tarafından gasp edildiği duygusu (esasında gasp edilen bir şey yoktur; kendi mahrumiyetimi, früstrasyonumu ete kemiğe büründüren bir jestten ibarettir bu) değil midir ruhlarımızı çürütüp duran? Bu yüzden değil midir bu gün iyi olanı tahrip etmeye yönelik ölümüne savaş? Bu yüzdendir ki, “Haset dolu bakış, öznenin kendi kendisini yok eder… O zaman savaş, hatta ölümüne savaş, öznenin yerini alan ötekinin yıkımıyla yeniden bir varoluş isteğine bürünür. Haset, öznenin yok oluşudur ve kaybettiği yeri biz daha ancak özne olarak dışında bırakıldığı yer için ölümüne savaşarak oluşturulabilecektir. Haset, ilk narsisizmin üçüncüye gönderimde bulunmayan ikili farklılığında açığa çıkar.”[2]
Burada bir de, insanlaşmanın, insanlık serüvenimizin dil aracılığıyla gerçekleşmesi, demek kullandığımız sözcüklerin tüm geçmişimizin/tarihimizin (bilinçdışı) izlerini taşıması, ve o izlerin deyim yerindeyse ‘tözünün’ ıstırap, sevgi ve arzudan meydana gelmiş olması hakikati yok mu?Şu halde demek ki, en baştan dil aracılığıyla/sayesinde/üzerinden/dolayımıyla kurulan, açılan, edimselleşen ihtiyaç-talep-arzu sahnesinde (bu yüzdendir ki çocuk ile anne-Öteki/mOther (mOther; yani hem somut olarak öteki-anne anlamında hem de anne etkisini/müdahalesini sözcüklerle gerçekleştirdiği için dil olarak büyük Öteki anlamında) arasında bir ilişkidir bu), yürürlükteki bu ikili ilişkiye bir üçüncü unsur çoktan dahil olmuş durumdadır. Çünkü çocuğun beklentisi/arzusu gerçekleşmiyordur; annenin arzusu yalnızca ona değil, bir üçüncü figüre/unsura da çoktan yönelmiş durumdadır. Çocuk kendisini yalnızca annenin bakışı ve sözcükleri aracılığıyla değil, söz konusu bu üçüncü unsurun bakışı ve sözcükleriyle de görüyor, tartıyordur artık. Şöyle söylenebilir demek ki: konuşan özneler, ben ve sen, bu ikili ilişki tuzağından çıkmak ve kendi özerk varoluşlarını emniyete almak için bir çıpa, başvuru ve yetki makamı olarak, bir tutarlılık teminatı olarak üçüncü unsuru/O’nu, konuşmanın üçüncü konumunu inşa etme görevini üstlenirler. Bir mecburiyettir bu.
“Öteki her şeyden önce bir yer/konum (locus) olarak, sözün inşa edildiği bir yer/konum olarak düşünülmelidir.” Büyük Öteki radikal başkalığa, özdeşleşme yoluyla özümsenemez olan ötekiliğe işaret eder. Lacan büyük Öteki’yi bu yüzden dil ve yasa ile bir tutar. Bir kez daha vurgulayalım: “Çocuk için büyük Öteki konumunu ilk olarak anne işgal eder, çünkü çocuğun ilkel ağlamalarını alan/karşılayan ve onları belirli bir mesaj olarak geriye dönük biçimde tasdik eden annedir.”[3] Demek o sözsüz çığlık/feryat sözcükler sayesinde, ancak sözcüklerle buluşarak sosyo-simgesel alana, özneler-arası ilişkinin alanına kaydolur, ve böylece tarihin, belleğin, bastırmanın (unutma ve hatırlamanın), ruhsallığın kurucu unsuruna dönüşür.
[1] Tanıl Bora, "Şairlerin Devrimi," Birikim Haftalık, 5. 6. 2019.
[2] S. Lesourd, Özne Nasıl Susturulur, çev. Özge Soysal, Ümit Edeş, Doğubatı, 2018, s. 199-200.
[3] D. Evans, Dictionary of Lacanian Psychoanalysis, Routledge, 1997, s. 133.