Murat Çelik’in Eve Dönmeyen Hayvan adlı öykü kitabındaki işlerde, pek çok izleğin yanı sıra, toplumsal ve bireysel ilişkileri bir ucundan diğerine etkilemekle kalmayıp, aynı zamanda şekillendiren de bir duruma kuvvetli bir itiraz var: “hız.” Hız karşıtı edebi söylemin odağını, değişim karşısında duyulan “muhafazakâr” refleksler değil, daha ziyade modern toplumu kasıp kavuran “piyasa ilişkileri”ne yönelik bir reddiye oluşturmakta. Öte yandan, şu sıralarda, şayet kaldıysa, herhangi bir “değer” (aşk, inanç, sevgi, dostluk vb.) kıstasının da süratte değil, yavaşlıkta aranması gerektiği yönünde örtülü bir çağrı da söz konusu. Bu çağrıda bir kaybın sızısı da seğirmekte: zahmetsiz ve külfetsiz, hızın egemenliğini kurduğu bir dünya; fedakârlık, sabır, çabayla şekillenmiş bir dünya imkânına galebe çalmıştır. Her şey hiç olmadığı kadar çabuk, acele, ve bu nedenle de savsak, kaba ve özensizdir. Bu minvalde, Murat Çelik’in öykülerindeki hız eleştirisi ve yavaşlık talebi, kıyısından değil, belki de tam ortasından, Zygmunt Bauman’nın “tüketim toplumu” eleştirisine, demek duygular da dahil her türden edimi bir kara delik gibi yutan kapitalizmin halihazırdaki işleyişine de dolayımlanmakta:
“Modern tüketim toplumunun karakteristiği” olarak hız, “doyumun ertelenmesi”nin değil, aksine derhal gerçekleşmesinin peşindedir. Reklamları, pazarlama teknikleri, kredi kartları, kişisel gelişim stratejileri ile tüketim toplumunun esası olan hızın yakıtı ise “para”dır. “Dolar güne nasıl başladı?” türünden soruların gazete sayfalarında rahatça yer edindiği tüketim toplumunda, mesele kişinin güne nasıl başladığı değil, paranın hareketleri, dalgalanmaları, dargınlıkları, sevinçleri yahut hırçınlıklarıdır. Tüm bu hareketlerin merkezinde ise “çoğalma”, daha da artma isteği yer alır; Çelik’in öykülerinde sorunsallaştırdığı başlıca sıkıntılı istektir bu da...“Sosyolojinin kurucu babalarından biri olan George Simmel’in uzun zaman önce işaret ettiği gibi, değerler, onları elde etmek için katlanılması gereken diğer değerlerle ölçülmektedir; doyumun ertelenmesi de akışkan modern tüketim toplumumuzun karakteristiği olan hızla devinen ve değişen ortamları paylaşan insanlar açısından muhtemelen en eziyetli özverilerdendir.”[1]
Murat Çelik’in “ ‘Her Gün Rüya Görüp Dağların Karına Bakmaya Giderdim’ “ öyküsündeki başarısız dershane öğretmeni, patronla sözleşmesini karşılıklı feshedip bir kırtasiye açar, işsizlik belasından kurtulma umuduyla. Kırtasiyeyi açar açmasına ama, köşede bunun için “birikmişi” yoktur, “Peder beyden borç” alır bunun için. Para, başka diğer ilişkilerde olduğu gibi baba ve oğul arasında da kendi “borç” ve “alacak” dengesini, borçluluktan doğacak suçluluk duygusu rejimini kurmuştur. Borçla açılan dükkâna kalem, defter, silgi ve harici “ıvır zıvır” ürünler dizilir; sabahları açılıp paspas çekilir. İşler bekleneceği üzere kesattır. Beş on insan ancak gelir, “onların da yarısı fotokopi için” geliyordur zaten. Müşteri hareketinin, para karşılığı ürün takaslarının olanca ağır olduğu bir mekânda “hızın” sembolü “fotokopi” makinesinden başkası değildir:
Çatılan şey makine mefhumu değil, makine imgesi üzerinden aslında birörnek kopyaların, birörnek aşkların, birörnek arkadaşlıkların, yalnızlıkların çoğalması, hayatın her alanına sirayet etmesidir. “Paranın huyuna gidememek”: mevcut toplumsal ilişkilerde kıyıya köşeye itilmek anlamına gelir bu da. Bununla birlikte, para çoğalmıyorsa birey de çoğalmıyordur, hatta eksiliyordur. Murat Çelik’in öykülerine, bu öykülerdeki cümle kurma enerjisine, bu enerjiden beslenen dünya tasarımına iktisadiyat damgasını vurmuştur: özne paranın huyuna gidemiyorsa şayet borç aldığı babanın (bankanın, patronunun) da huyuna gidemiyor, hem maddi hem ruhsal anlamda azalıyor, küçülüyordur. Öte yandan, buradaki azalmayla neredeyse her öykünün yüksek bir voltajla başlayıp sona doğru bu voltajın düşmesi, azalması arasında da paralellikler var... Bu yükselme ve alçalma geriliminin yarattığı zorluğun üstesinden gelmek, bir sonraki öyküye sıçramak için metin üretiminde “tasarrufa” gider yazar, bilerek vites düşürür; dünyadan beklediği yavaşlık isteğini kendi yazma sahasına da kaydırır, ağır ağır, cümle dizilimi, kelime sarfiyatı üzerinde düşünerek ilerler, kaplumbağa adımlarıyla, tek tek öykülerdeki derli topluluk, yoğunluk, ince işçilik yavaşlık sayesindedir...“Fotokopiye karşıydım, kitapların böyle çoğaltılmasına karşıydım, böyle hızlı böyle alelade böyle ucuz çoğaltılmasına karşıydım, ben bir şeylere karşıydım da belki ondan tutturamıyordum hayatı, ondan huyuna gidemiyordum paranın.”[2]
Murat Çelik’in öykülerinde bireyin hesaptan düşülmesi, tıpkı para gibi onun da “değer kaybı”na uğraması, sıfırı tüketmesi an meselesidir. Değer kaybının son noktası, bireyin yine iktisadi saiklerle hayatına son vermesidir. “Küçük Şehrin Kusuru” öyküsünün açılış cümleleri mesela: “‘Atanamayan öğretmen avm’de çalıştığı oyuncakçıdan kovulunca kendini astı. Duydun mu hocaanım sıra bize geliyor,’ dedi Kendal, gazeteyi indirdi.” Hızın baş tacı edildiği toplumsal akışta pek dikkat çekmeyen, çoktan sıradanlaşmış bir haber parçasıdır ancak intihar eden kişi. Bu cehennemi toplumsal ve iktisadi düzlemde varoluşun anlamını belirleyen, bireye değer duygusunu tattıran tek parametre kıyak işler yapmak, daha fazla kazanmak, performans sergilemek, giderek artan bir şekilde tempo tutturmaktır. Fotokopi makinesinden yahut torna tezgahından çıkmışçasına birörnek varoluşlar çoğalıyordur, ne var ki, atanamayan öğretmenler örneğinde olduğu üzere, hayatına devam etmek için yeni “plan” yapamayanlar, kalifiye yahut vasıfsız işsizler, piyasanın aklına uygun davranamayanlar, iş bitiremeyenler, yani “hayatı tutturamayanlar” da çoğalmaktadır. Uyumsuzluğun, beceriksizliğin yahut “her şeyin böyle ucuz” yollardan edinilmesine karşı çıkışın bedeli pahalıya patlar: hayat, bir tür salgına dönüşen intihar vakalarında olduğu gibi ucuza gider, üstelik irili ufaklı onca bireysel yıkıma rağmen toplum hâlâ ve her koşulda dimdik ayaktadır... Kepazelik...
Murat Çelik’in öykülerindeki öznelerin gelgeç aklı, istikrarlı bir şekilde ekonominin değil, “para etmez” işlerin peşindedir: şiir, sanat ve bu türden etkinlikler için gereken “boş zaman”, yani aylaklık düşleri... Sözgelimi “Eve Dönen Hayvan.lar” öyküsündeki muzip öznede açığa çıkar aylaklık düşü, “hımbıllıyet” gibi güzel bir tabir eşliğinde:
“Bugün ne yapsam da canım sıkılsa diye düşünüyordum. Dere’ye yürüyüş planladım. Yürüsem içim açılırdı, canım sıkılmayabilirdi, vazgeçtim. Hımbıllıyet’i ilan etmek için masa başı şarttı, bir şeyler okur, bir şeyler yazar, gene para etmez işlerin peşinde koşardım.”
Gündelik hayatın boğucu ritmine rağmen “hımbıllıyet’i” ilan etmek, “gene para etmez işlerin peşinde koşmak” istemek, çağdaş modern toplumun hız yasasına, kazanç arzusuna aykırı bir varoluşu “yavaşlık” isteğiyle birleştirmek: burada hız karşıtı itiraza bir iflah olmazlık, bir ısrar, bir tercih de eşlik eder: Kazanç ve kayıp diyalektiğinde zarını kayıpla gelecek kazanca atan arzu. Hızın ve akışın kısmen de olsa askıya alınmasıyla, “doyumun ertelenmesi”yle bir fırsat belirecektir: eşyanın düzenini yanından yöresinden de olsa anlama isteğini, toplumsal ilişkiler arasındaki bağlantıları yeniden keşfetme, algılama arzusunu tetikleyen bir fırsattır bu. Yavaşlayarak, körleşmek üzere olan bir organa, göze imkân yaratmak, bakışa alan açmak...
[1] Zymunt Bauman, Yaşam Sanatı, çev: Akın Sarı, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2019, s. 25.
[2] Murat Çelik, Eve Dönmeyen Hayvan, İstanbul: Everest Yayınları, 2019, s. 67.