Tayyip Erdoğan’ın 20 Ağustos 2017’de söylediği, bıkkınlık verecek kadar tekrarlanan cümlesi, “İstanbul’da teklersek, Türkiye’de tökezleriz” idi. “İstanbul’da metal yorgunluğu olursa, Türkiye’de paslanırız” diyerek devam etmişti. AKP Genel Başkanı tökezleme benzetmesini kendi iktidarları için başka vesilelerle de kullandı. 27 Şubat 2019’da, “Biz tökezleyecek olursak, yeni oyunlar çevirenler bayram eder” diye partisini ve seçmenlerini uyardı.
Birkaç yıldır Erdoğan’ın tökezleme, paslanma endişesi taşıdığı açık. Bunun lafını etmekle kalmadı; iktidarının sadece dış dünyada değil, ülke içinde de irtifa kaybettiğini fark ederek, kendine göre tedbirler aldığını gördük. Bazı belediye başkanlarını, il sorumlularını zorla istifa ettirmesi bunun dışarıya vuran yönüydü. Diğer taraftan, “ipler elimizden kaçar” endişesiyle, baskı rejimini daha da katmerleştirdi. Ama görünen o ki, metal yorgunluğu her şeyden önce Erdoğan’ın kendisi için geçerli olması gereken bir benzetmedir. Partisinin adayının saçma sapan gerekçelerle tekrarlattığı seçimleri daha büyük bir farkla kaybedeceği aşikâr iken, İBB seçiminin iptal ettirilmesine ikna olması, metal yorgunluğunun paslanma aşamasına dönüştüğünün bir işareti olarak değerlendirilebilir. Buna karşılık, AKP’nin reisinin sözcükleriyle ifade etmeye devam edersek, tekleyen, tökezleyen, paslanma emareleri gösteren Erdoğanizm’in düştüğünü, çöktüğünü, çalışamaz hale geldiğini söylemek için daha çok erken.
Erdoğanizm’in çöküşüne artık bir fiske kaldığına gerçekten inanan var mıdır, bilmiyoruz, ama şunu akılda tutmakta yarar var: İstanbul’da tekrarlanan seçimde iki aday arasındaki farkın bu kadar açılmasını sağlayan en önemli etmen, seçimin iptal edilmesine karşı seçmen topluluğunun duyduğu tepkidir. Cumhur İttifakı’nın liderlerinin, sözcülerinin bu akıl almaz hatası, kaybetme paniği içinde irrasyonel davranışlar sergilenmesinin somut örneklerinden birini oluşturuyor. Bunu seçimden üç gün önce şapkadan çıkarılan Öcalan mektubu senaryosu da teyit etti. 31 Mart’ta Cumhur İttifakı, Türkiye genelinde oyların yarıdan çok az fazlasını almış olsa da, belli başlı büyük şehirlerde başkanlığı kaybederek, moral üstünlüğü yitirmişti. İstanbul’da ise İmamoğlu fotofinişte önde gelmişti. İstanbul Türkiye’nin ortalamasını yansıtır iddiası doğruysa, sonuçta iki rakip ittifak başa baş gelmişlerdi. Ilımlı muhafazakâr seçmenlerde, orta sınıfta AKP’nin güven sermayesinin ciddi biçimde eridiğini ama tükenmediğini sonuçlar gösteriyordu. İptal edilen seçim sonrası AKP ve MHP sözcülerinin, İttifak’ın adayının akıl sınırlarını zorlayan iddiaları, suçlamaları, girişimleri eklenince, yenilgi hezimete dönüştü. İktidar bloğunun aklının dibi göründü. Böylece AKP yönetimi Ekrem İmamoğlu’na ikinci defa çok büyük bir farkla seçilerek, birinci seçimde sahip olmadığı kadar büyük ve güçlü bir meşruiyet elde etme imkânı hediye etti. Diğer taraftan Türkiye’de demokrasinin elde kalan son çıpasının, seçmenlerin büyük çoğunluğunun sandıktan çıkan sonucun meşruiyetine büyük önem vermesi olduğu açıkça ortaya çıktı. Gelecek demokrasi mücadeleleri açısından bu son derece önemli bir olgudur.
Ekrem İmamoğlu’nun bu seçim başarısını, Cumhur İttifakı yöneticilerinin verilen komuta artık yanıt vermeyen uçağın levyesini panik halinde her yöne çekiştirmeleriyle açıklamakla yetinmek elbette yanlış olur. Bu başarının, her şeyden önce, Millet İttifakı’nın adayına, onu destekleyen diğer çevrelere, CHP il yönetimine ait olduğu kuşkusuzdur. Muhalefetin serinkanlı ve azimli tavrı, Erdoğanizm’in geleneksel seçim taktiklerinin boşa çıkarılmasında büyük rol oynadı. Buna İmamoğlu’nun dinamik, sakin, gülümseyen ve kararlı halini hiç bozmaması ilave oldu. Ekonomik krizin derinleşmesi ve yaygınlaşmasının, ekonomi konusunda iktidar ekibinin artık topluma hiç güven vermiyor olmasının, hatta tersine iktisadi aktörlerin gelecek beklentisini karartıyor olmalarının etkisi ilave oldu.
Bu hezimete dönüşmüş seçim yenilgisi sonrasında Erdoğanizm’in muhalefete karşı daha yumuşak bir tavır takınması, rasyonel kalıplar içerisinde düşünülünce, makul bir beklentidir. Ancak Erdoğanizm’in başat özelliği keyfiliktir ve yönetimin merkezinin rasyonel davranması için gerekli olan doğru bilgilenme kanalları büyük ölçüde tıkalı durumdadır. İktidar bloğunun küçük ortağının, bu sarsıntılı zamanda kendi desteğinin daha kıymete bineceği düşüncesiyle yaptığı el arttırmayı, şirretleşmeyi de dikkate alırsak, Erdoğanizm’in girdiği patikadan çıkması zor görünüyor. Kaybetme paniği içinde daha fazla sertlik politikasına sarılması ihtimali, bunun tersini yapması kadar güçlü bir ihtimal. Hatta belki bu ihtimal biraz daha güçlü çünkü diktatörlerin patika bağımlılığı olarak tanımlanacak bir olgu vardır. Kaybetmenin çok ağır bir bedeli olacağı endişesi, bütün diktatörlük benzeri rejimlerin başındakileri baskı, hak ihlali, şiddet, keyfi yönetim patikasını terk etmemeye sevk eder. Bu tavrı sadece otokrata karşı olan muhalefetin hesap sormasından korktukları için değil, kendi yakın çevrelerinin telaş içinde gemiyi terk etmemeleri, “ihanet etmeye” yeltenmemeleri için de yaparlar. Türkiye’de de durum buna benziyor büyük ölçüde. Kemal Can, GazeteDuvar’da, Erdoğan’ın 23 Haziran sonrası yaptığı ilk meclis grup konuşmasında, geçmişte yapılan ve en başta kendi yaptığı hatalar üzerinden değil, iktidarı açısından hissettiği tehlikeler üzerinden önlemler almaya yatkın olduğu izlenimini verdiğine işaret ediyor (GazeteDuvar Kemal Can).
Tökezlemiş ama düşmemiş olmasına rağmen, AKP iktidarının iniş döneminin hızlandığını görüyoruz. Tayyip Erdoğan, 2018 seçimlerini ve 2017 halkoylamasını ancak MHP desteğiyle kazandı. “Koalisyonlara son verdik” diye övünen AKP lideri, iki buçuk yıldır bir koalisyon sayesinde iktidarını yürütüyor. Bir yandan da AKP’nin kendi oyunun yüzde kırkın altına düştüğü, büyük şehirlerde birinciliği kaybettiği bir aşağı doğru eğim giderek belirginleşiyor. Bu eğimin simgesel başlangıç noktası Gezi protestolarıdır. 2015 Haziran genel seçiminde gidişat simgesel olmaktan çıkıp somutlaştı. Erdoğanizmin şiddet, baskı yöntemlerini artarak benimsemesi de buna bağlı olarak gelişti. İktidar bloğu 2017 halk oylamasını ite kaka kazanırken büyük şehirlerde çoğunluğu kaybediyordu. 2018 seçimlerini ise MHP’nin desteği sayesinde kazandı. Erdoğanizm’in iktidarda tutunma stratejisi açısından son başarılı kararı, düşme eğimini görüp, 2019 sonunda yapılması gereken milletvekili ve cumhurbaşkanı seçimlerini, aniden erkene almasıydı. İktisadi krizin derinleşmeye başlaması, dış politikadaki birden fazla gerginliğin ülke içine yansıyan etkileri ve aşırı partizan Cumhurbaşkanı’nın her gün sabah akşam beslediği gergin ortama karşı gelişen tepki, düşüş eğimini arttırıyordu. Ama buna rağmen, 2019 yerel seçimlerinde esas değişen olgu, iktidar bloğunun karşısına muhalefetin eskisiyle kıyaslanmayacak bir ortaklık içinde çıkması ve çoğu yerde doğru adaylar etrafında birleşmesi oldu. Erdoğanizm’in düşüşünü bundan sonra hızlandıracak etmenlerden biri iktisadi krizin derinleşmeye devam etmesi ise, diğeri, esas olarak Erdoğanizm karşıtlığı etrafında oluşan bu muhalefet cephesinin pozitif bir alternatif ortak projeye dönüşebilmesi olacaktır.
ANAP’ın, bugünlerde çok sık hatırlatılan, 1989’dan itibaren başlayan düşüşü ile Erdoğanizm’in düşüşü arasında çok önemli bir fark var. Tökezleyen Erdoğanizm, kuvvetler ayrılığının tamamen ortadan kalktığı, medyanın çok büyük bölümünün iktidarın doğrudan denetiminde olduğu, geri kalanın da büyük ölçüde susturulduğu ve devletin bütün kurumlarıyla, bütün olanaklarıyla bir adama bağlandığı bir otokrasidir. Direnme kapasitesi hâlâ çok büyüktür. Diğer taraftan ANAP’ın düşüşü bir iktidar alternatifinin önünü açarken, Erdoğanizm’in düşüşü kurduğu ucube rejimin değişmesini gündeme getiriyor. Bu da hükümet değişikliğinden çok daha kapsamlı bir değişim programı, demokratik bir rejimin kuruluşu üzerinde muhalefetin anlaşmasını gerektiriyor. Erdoğanizm’in kaybetme paniği içinde daha fazla irrasyonel davranışlar sergilemesi, daha fazla saldırganlaşması ve iktisadi-siyasal yıkımın boyutlarını çok daha büyütmesi, karşısında serinkanlı ve uzun erimli bir ittifakın oluşmasını da zorlaştırabilir.
AKP içinde varlığı bilinen ve giderek gün yüzüne çıkan Erdoğanizm’den memnun olmayanların ayrı bir siyasal oluşum kurma adımı atacakları söylentisinin kuvveden fiile geçmesi durumunda, atılan adımın AKP’nin siyasal hegemonyasını hızla bozup bozmayacağını şimdiden kestirmek zor. İktidarla çok ciddi çıkar ilişkileri içinde birbirine eklemlenmiş bir topluluğun, o iktidar ayakta kaldığı sürece, eldekini kaybetme pahasına hızla ve yaygın biçimde başka bir mecraya yönelmesini beklemek çok gerçekçi değildir. Rejimin başı, böyle bir girişimi ulufe dağıtarak engelleyemezse, şapkadan çıkarması muhtemel olan tehdit unsurlarının ne kadar etkili olacağını bilmiyoruz. Bütün bunlara rağmen, AKP’nin içinden çıkacak bir ayrılık somutlaşırsa, elbette Türkiye’de siyaset alanı genişleyecek ve Erdoğanizm’in hareket alanı kısmen daralacaktır. Saadet Partisi ve İYİ Parti’nin muhafazakâr ve milliyetçi seçmen bloğunda yarattığı oran olarak az ama marjinal ağırlığı yüksek kırılma AKP’nin liberal-muhafazakâr seçmenleri arasında da gerçekleşirse AKP hegemonyası sona erebilir. Tayyip Erdoğan buna karşı pragmatik bir refleksle manevra yapıp, daha ılımlı ve uzlaşmacı bir yol izlemeye yeltenecek mi? Yukarıda bahsettiğim diktatörün patika bağımlılığı varsayımı ışığında bunun şimdilik zayıf bir ihtimal olduğunu düşünebiliriz.
Erdoğanizm’in direnme, karşı hamle yapma kapasitesinin hâlâ büyük olduğu gerçeğini toplumsal muhalefetin tüm katmanlarının dikkate alarak, bir mücadele hattı belirlemeleri elzemdir. Önemli olan yalnız Erdoğanizm’in sonunun gelmesi değil, onun yerine her konuda keyfiliğin son bulduğu bir hukuk devletinin ayağa kalktığı, kurumlara demokratik ilkelerin hâkim olduğu bir Türkiye’ye geçişi sağlayacak bir yönetimin oluşmasıdır. Demokrasinin, hukuk devletinin, barış ve diyalogun, gerçek kamu yararının, temel hak ve özgürlüklere mutlak saygının, sosyal devletin merkezinde olduğu bir ittifakın toplumsal tabanını genişletmenin ve bunu pekiştirmenin nasıl mümkün olduğunu son yerel seçimlerde kısmen gördük. Bunu kibre, öç almaya ve mağduriyetten mutlak haklılık ve üstünlük üretme refleksine kapılmadan, sakin ama kararlı ve azimli biçimde becerebilirsek, o zaman otokrasiden, diktatörlükten demokrasiye seçimle, demokratik yollarla geçen çağımızın ender ülkelerinden biri olma başarısını hep birlikte gerçekleştirebiliriz. Demokrasi yalnız seçimle gelmek demek değildir. Başka bir dizi gereğin yanında seçimle iktidar değiştirmenin her zaman mümkün olması ve bunun sadece lafta kalan bir kural değil somut bir potansiyel gerçek olarak herkes tarafından bilinmesi ve kabul edilmesidir. Özgürlükçü sosyalistler için, eşitlik ve özgürlük ideali ışığında yürütülen toplumsal mücadelenin zemini demokrasidir.