Murat Çelik: Yavaşlığın Estetiği-Siyaseti (III)
Derviş Aydın Akkoç

İnsanların iliklerine kadar sömürüldüğü, arzularının ele geçirildiği, gövdelerinin birer “pazara” dönüştüğü bir toplumsal ve iktisadi rejimde kişi kapana kısılmış; üstelik onca iletişim-teknoloji zırıltılarına rağmen yabani bir yalnızlığa mahkûm edilmiştir. Bu yabani yalnızlık duygusunun merkezinde ise sessizce işleyen, giderek büyüyen ama her durumda hayatın maddi örgütlenmesiyle bağlantılı bir intihar hissi kuluçkaya yatmıştır. “Yumru” öyküsünün “Gece Sonuçlarına Göre” parçasındaki özne daha otuzuna basmıştır ama yeryüzünde otuz yıl yaşamak artık büyük bir problemdir zira ziyan olmuş bir varoluş, dikiş tutturulamamış çalışma hayatı, idare edilememiş beşeri ilişkiler özneyi delik deşik etmiştir. Otuzuncu yaş gününü kutlayacak hiç kimse de yoktur etrafında, bir “banka” hariç: 

“Çin malı telefonuma bir mesaj geliyor: Yapı Kredi Bankası yeni yaşınızı kutlar. Demek oldu. Otuz oldum. İnsanın otuz yıl yaşaması canımı sıkıyor, bunu daha evvel söylemiştim. Hiç hazır değilim terk etmek için. Daha evvel söylemiştim, ama bu düzeni bu sona ayarlamıştım. Son günümde de bir sürü saçma iş yaptım. Bana yakışanı yaptım. Her gün gibi yaşadım son günümü de.”[1]

Çin malı telefona gelen gece mesajı: fakat bir banka mesajına cevap verilemez, insan bankayla konuşamaz. Dahası çarçur edilmiş bir hayatın açık seçik bir sorumlusu da yoktur, “son günde” de daha önceki günlerde de zaman saçma işlerle geçiştirilmiş, kişi erken yaşlanmıştır. İletişimsizlikten intihar fikri de payına düşeni alır, “veda yazısı” yazılmaz: “Son sözlerim ne olmalı. Kimse duymazken, bunca duymazken, kelimelerle aynı anlama gelip de neden veda yazmadım.” İletişim araçlarındaki berekete rağmen “konuşma”, başkalarına açılma imkânı sıfırı tüketmiş gibidir. Neden yazmadım: çünkü karşıda yahut az ileride herhangi bir alıcı-muhatap bulunmaz. İntihar duygusunu tetikleyen de esas itibariyle bu koyu yapışkan yalıtılmışlık, bu giderek derinleşen, kör düğüme dönüşen monolog kıskacıdır...

Hayat ve ölüm arasındaki hassas muhasebede, geçmişin değerlendirilme sürecinde, sarsıntılar içindeki özne bir gerçeği usulca fark eder, “Ölü Kelebekler Evi’nden: “Kurgusunu seçemediğin yürüme senin olmuyor çünkü. Hazzın tutsağı buluyorsun kendini bir anda. Tüm doymamışlar böyledir, tüm yoksunlar böyledir.” Geçici bir bocalamadan fazlasıdır bu. Salt tüketim eksenli, ticarileşmiş haz olumlu anlamlarından soyunur, özgürlüğü kısıtlayan bir engele, aşılması zor bir duvara dönüşür, ya da içinde özne olma potansiyellerinin heba edildiği bir tuzak. Özne kendisinin olmayan adımlarla yürüyünce, demek neyi istediğini neyi istemediğini karıştırınca, hayatın oralarında buralarında sert bir Edip Cansever dizesi-sorusu gibi kalakalır; hazzın eseri ya da değil: “Ne istedik, neden istedik, gerekli miydi çok...”

***

İntihar provaları, kötürüm yalnızlıklar, banka selamları, gofret markaları, market sepetleri, can sıkıntıları, tatmin edilemeyen istekler, kapanmayan boşluklar: Israrla hızı, daha fazla hızı (hazzı, kârı, gücü) salık veren, yavaşlığı “zarar” olarak değerlendiren bu sistemde en ince yahut şahsi addedilen hisler dahi metalar arasındaki etkileşime tabidir. Murat Çelik, her ne kadar elle tutulur bir sonuca varamasa da, bireyin deneyimlediği bu çözülmeyi az da olsa telafi edecek kimi eda yahut yordamları yoklar; fazlanın karşısına azı, büyümenin karşısına küçülmeyi çıkarmak gibi mesela, yine “Ölü Kelebekler Evi”nden:

“Ötesi olmayan şeylerin büyük kursağa yakışmadığını bilmen gerekiyor. Azaltmanın ve küçültmenin imkânını kollamalısın. Fazlalıklarından yekinen her ağacı çıplak sanıyorsun; ağacın kuru dallarına, düşmüş yapraklarına inmiş hakikatleri göremiyorsun. Uyu şimdi.”

Kişinin kendisinin olmayan (“benim olmayan bir sevinç duyuyorum” ya da “benim olmayan bir şeyle yaşlanıyorum” diyordu Edip Cansever) fazlalıklarından, ötesi olmayan şeylerden arınması yahut kurtulması: “büyük kursağın”, belki de yaşama istencinin kendini toparlaması için elzemdir bu azaltma ve küçültme operasyonu. Plastik zamana ve ilişkilere ters bir tutum, genel gidişata aksi bir yönelim, üretilmiş ve dolaşıma sokulmuş hazlara mesafe alış vardır bu istekte. Kişinin azıcık kendisinin olabilecek bir sevinçle, sahici bir hazla dünyaya yeniden tutunma ihtimali, bu ihtimalde beliren kendine yöneliş elbette yavaşlayarak, sakinleşerek gerçekleşecektir; “Küçük Şehrin Kusuru”ndaki “cigara”lık sahnesinde, birinci, ikinci dönüşte değil, cigaralığa “üçüncü dönüşte teslim olan” öznede olduğu gibi:

“Şimdi her şey daha yavaştı, duman ılık ılık inmiş, boğazında takılacak sanırken boğazından yukarı yükselen nefesini bile hissediyor, kalbinin elinde attığını duyuyordu. Yavaşlıkta haz vardı, sözcüklerin seslerini duydu, birbirine çarpıştırdı sözcükleri, anın içine, nesnelerin canlanıp anın içinde göz kırpmasını keyifle seyretti. Görünen sözcükler, fotoğrafı çekilmiş sözcükler. Gülümsedi. Üzgündü buraya kadar, kendini mutlu varsayana öldün demişlerdi, hatırlatmışlardı yaşadığını, mutlu olmadığını, inkâr ettiğini. Gözlerini kapattı, vücudunun karıncalanmasını dinlerken; ayaklandılar (...) Yavaşlığı yenmek istemiyorum, hıza dönmek istemiyorum dedi kendi kendine.”

Neredeyse her şey hızın kurallarınca bunca çevrelenmişken belki de sonuna kadar nafile bir istek: “hıza dönmek istemiyorum”. İstenmese de hıza kapılmak, ayartılmak kaçınılmaz olabilir. Ama birinci, ikinci değil, üçüncü dönüşte cılız da olsa bir yavaşlık imkânı vardır, simgesel “cigaralık” ya da “bira” sözlerinde açığa vurulan: “Aç karnına bir bira bozmaz, iki bira düşündürür, üç bira tereddüt getirir.” Üçüncü dönüş, üçüncü bira, ya da üçüncü kitap... Metin Eloğlu dizeleri gibi yankılanan, sırasını bekleyen, evvela yazarına ikazda bulunan şu nefis bıçkın cümleler de Murat Çelik’in: “Kara da güzelsin bir gözdür. Çıfıt çarşılarına varıp ne alacaksın?”