Daha önceki birkaç iletide yorum pratiğinin bu kültürde karşılaştığı güçlüklerden söz ettik. İki tür sakatlanma vardı: ya yorum hiç başlamıyor, başlasa bile ilerleyemiyor, ya da her şey başından itibaren yoruma indirgeniyordu. Birinci tür engellenme için verdiğim nihai ve komik örnek şuydu: Eski soldan gelen şimdi orta yaşlı bir kişi, bir sohbet sırasında diyor ki “‘gerilla’ sözcüğünü işittiğim anda masadan kalkıyorum” – başka bir söyleşide bunu aktardığım bir başkası, yine oradan ve biraz daha yaşlı, sadece birkaç kez “demek öyle dedi, ha!” diyor ve başka bir şey de söylemiyor. Şaşırmış, afallamış, kafasında belki birtakım sorular da bir anlığına uyanmıştır. Ama orada kalıyor, kendisine tuhaf gelmiş olduğu anlaşılan bu cümleyi bir iki kez mırıldanıyor ve ardından bir iki kez de “demek öyle dedi, ha!” diyor ve daha uzun boylu bir anlama/açıklama çabasının çok berisinde durakalıyor.[1] Türk futboluna benzettiydim bu ketlenmeyi, özellikle Şenol Güneş’in Beşiktaş’ına: iki pas, üç pas yaparak hedefe ilerleyemiyorlar, top kendilerine geçtiği anda kaybediliyor. Biz de bizi afallatan bir sözün önünde sadece şaşalamış olarak kalıyoruz: o cümleyi yine söylenmiş ikinci bir cümleye, bir başka duruma, bir başka bağlama vurarak anlamaktan, anlaşılır kılmaktan, daha geniş bir tartışmanın içinde tercüme etmekten geri duruyoruz.
Şimdi, böyle bir ketlenmenin görünüşte karşı kutbunda mutlaklaşmış yorum vardır -- ve biraz da zahmetsizleşmiş, büsbütün ciddiyetsizleşmese bile epeyce yüksüzleşmiş. Bu kısımdaki örnek de bazı şair ve eleştirmen dostlarımızdan alınmıştı: Hakkında konuşacağı/yazacağı şairin o dizelerini hiç hatırlamıyor, ama o dizeler hakkında kendisinin söyleyeceği cümleleri de hiç unutmuyor. Ortada metin yok, ama bolca köpürmüş yorum var. Bu bahiste bundan 40-50 yıl önce sık sık anılan bir ecnebi anekdot şuydu: daha erken ölmüş bir sürrealist şair için 50’li yıllarda Paris’te düzenlenen bir anma toplantısında yorumcunun biri elinde bardakla André Breton’a yaklaşıyor ve diyor ki, “René Crevel (veya Artaud) o parçada şöyle şöyle demek istiyordu.” Breton, bardaksız: “Bayım, Crevel (veya Hugo) öyle öyle demek isteseydi, emin olun harfiyen öyle öyle yazardı.” Kelimeye, noktalama işaretlerine ve onların çıkardıkları seslere büsbütün yabancı değildi – beni de sadece harflerimle tanıyorsunuz, siz onlara “anlam” deseniz de.
Bu iki örnekte de kısa devreye uğrayan şey, daha önce vurguladığımız yorum aralığıdır. Şenol Güneş o mesafenin her zaman berisinde engelleniyor, bardaklı eleştirmense her zaman çoktan metni aşarak öbür tarafa, kendi düşüncelerinin, “yorumlarının” evrenine geçmiş oluyor.
İyi ama, ya mesaj sahibi Breton veya Hz. Musa kadar “doğrucu”, “açık sözlü” vb değilse? Kasıtlı olarak yoruma muhtaç, bulanık, dalgalı mesajlar salıyorsa ortalığa? – Aynı anda hem bir yorum hipertrofisinin, bir yorum kanserinin, hem de siyasetin, müzakerenin, sahtekârlığın ve gönüllü enayiliklerin alanı cömertçe açılmış demektir. Adam “komşunu sev” demişti – ama Berlin duvar yazısındaki “mümkünse yakalanmadan” şerhini ilave etmiş miydi?
Son yıllarda en sık işittiğimiz sözlerden biri, “falancanın o sözünü doğru anlamak lâzım” oldu. Hiç beklemediğiniz biri diyor ki, “bütün olayı Ermeni lobileri karıştırıyor.” Çoktan o sözün çevresinde toplanmış olan bir yorum topluluğu ise bize bu sözün “doğru anlaşılması” gerektiğini söylüyor – o doğrunun tam ne olduğunu belirtmekten geri durarak. “Üçüncü Yol uyarınca tarafsız kalınmalı” sözü, gecikmeksizin kendi (bence “doğru”) yorumuna eşitleniyor: “stratejik üçüncü yol, taktik taraflılık” (?). Sonra, sahada zaten yapılmakta olanları o muğlak sözle gerekçelendirmenin (hem söze hem pratiğe sadakatin) teknikleri geliştiriliyor. “O cümlede söyleneni biz zaten uyguluyoruz.” Üstelik o söz de böyle bir “yoruma” aralık bırakacak şekilde söylenmiştir – şimdilik kimsenin birbirini suçlamasına da fazla meydan vermeyecek şekilde.
Politika. Pratiğin, sonu gelmez müzakerenin, iyi ve en kötü anlamlarıyla “rasyonalizasyonların”, kendi kendini inandırmaların dünyası. Başka dünya da galiba yok. Ama yitirilen bir şey de yok mudur bu süreçte? Yorumun berisinde ve ötesinde kalan, yorumun dokunmak istediği bir şey, bir deneyim, kendisi de ne kadar yoruma muhtaç olsa bile?
Yeni yaşanan bir durum değil bu açmaz. Yaklaşık üç bin beş yüz yıl önce Sina Yarımadası dolaylarında başlamıştı. Nebilerden sonra gelen daha ikinci sınıf varlıkların, bilgelerin, hahamların bu işi, bu müzakereyi/pratiği/rasyonalizasyonu nasıl sürdürdüklerine bakmak faydasız mı olur? – Maşal ve nimşal konusuna değinmek durumundayız, kıssa ve hisse.
[1] Kurcaladım, ama bırakın bu sözden ne anladığını söyletmeyi, “doğru” bulup bulmadığı konusunda da herhangi bir cevap alamadım. “Demek öyle dedi, ha!” noktasında istop etmişti.