Dünyanın ulus-devletler çağı tarihyazımı disiplinini ciddi bir şekilde etkiledi. Sorun, “uluslaşma” sürecinde ortaya çıkıyor. Ortada bir “ulusal öz” var mı? Bu “öz”ün başka “ulusal öz”lere göre üstünlükleri var mı? Varsa neler? Yoksa icat edebilir miyiz? Genelgeçer etik değerlere uymayan eylemlerimiz oldu mu? Olduysa bunların üstünü nasıl örteriz?
Bu noktalarda vardığımız sonuçları dünyaya ilân edeceğiz; dünyayı da bizim tarihimizi böyle görmeye çağıracağız. Ama bu yalnızca “biz” ve “ötekiler” arasında bir olay değil. “Bizim” içimizde de, “Hayır, öyle değil, böyle”, diyenler var. Bu, daha da yırtıcı tartışmalara, kavgalara yol açan bir durum.
Türkiye’de bu tartışmaların sonu gelmez. Kendimize bir “gelecek” kurmak, geçmişimizi istediğimiz şekle sokmak çabasından ayrılamaz. Onun için bizde tarihyazımı ciddi bir kavga alanıdır. AKP iktidarı bu kavgayı özellikle kızıştırdı. Bu kaçınılmazdı, çünkü AKP ideolojisi genel olarak Cumhuriyet’in bize sunduğu tarihyazımından hoşnut değil. Tarihten kendi anladığını toplumun tamamına da kabul ettirmeye kararlı.
Empoze edilen tarih anlayışını eleştirmekse sorun, buna hiçbir itirazım yok. Ama sorun bundan ibaret değil, çünkü “o yanlış tarih anlayışı”nın yerine konmak istenen anlayış da berikinden hallice değil. Olgularla uyuşmamak, işimize gelmeyen olguları görmemek her iki yaklaşımın da başat özelliği ve ortaklaştıkları nokta. Şovenizm konusunda hangisi daha ileride, karar vermesi zor. Değerlerin biri öbüründen ince değil, ikisinde de aynı “urun şahbazlarım!” havası egemen.
Geçen gün Kıbrıs’ı fethetmemizle ilgili bir yazı okudum. “Ana fikir”: Doğu Akdeniz’i denetim altında tutmak için Kıbrıs’ı almamız gerekiyordu, aldık (1570’te). Buradan çıkarsanacak sonuç, bugün de aynı koşullar geçerli.
Önce olgular düzeyinde bir bakalım: böylece Doğu Akdeniz’i denetim altına aldık mı?
Böyle bir iddia inandırıcı olmaz. Kıbrıs 1570’te fethedildi; Osmanlı donanması 1571’de, yani bir yıl sonra İnebahtı’da hezimete uğradı ve bundan sonra bir daha Barbaros zamanının deniz gücü olamadı. Kaldı ki Akdeniz’in doğusunda ya da batısında Osmanlı ile rekabet edebilecek başlıca ülke İspanya idi ve İspanya 1588’de armadasını (İngiltere karşısında) kaybettikten sonra iddialarını büyük ölçüde kaybetmişti. Venedik ve Cenova başarılı denizci olmaya devam ediyorlardı, ama sonuç olarak birer şehir devletiydiler. Osmanlı’yı ya da Doğu Akdeniz’i ciddi bir şekilde tehdit edecek kadar güçlü değillerdi. Osmanlı da onlara uzun boylu diş geçiremedi.
Aslında denizlere egemenlik kavramı Akdeniz’i terk etmiş, okyanuslara açılmıştı. Akdeniz ikincil bir “iç deniz”e dönüşmüştü.
İnebahtı’nın Kıbrıs’ın fethiyle “nedensel” diyebileceğimiz bir ilişkisi vardı. Şimdi buna bakalım.
Sözünü ettiğim yazıda da kısaca değinildiği gibi Sadrazam Sokollu Mehmed Paşa Kıbrıs’ın fethi taraftarı değildi. Neden?
16. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa kıtasının doğusu Osmanlı, batısı da Habsburg egemenliğindeydi. İspanya Habsburglar’ın bir kolu, Avusturya bir başka kolu tarafından yönetiliyordu. Kanuni’nin Viyana seferinin uğradığı başarısızlık, Osmanlı’nın batıya doğru genişleme sürecinin bir doğal sınıra geldiği ve durduğu anlamını taşıyordu. Denizde de Malta, gene Habsburg yardımıyla, batıya doğru gidişi durdurmuştu.
Sokollu Avrupa’nın Hıristiyan devletlerinin Osmanlı’ya karşı ortak bir cephe oluşturması ihtimalinden çekiniyordu. Yabana atılmayacak bir deniz gücü olan Venedik İspanya ile ittifak kuracak olursa, bu, Osmanlı donanmasını zor duruma düşürebilirdi (nitekim böyle oldu; düşürdü).
Kıbrıs o tarihte Venedik’in elindeydi. Bizim Kıbrıs’ı almamız Venedik’e “Git, İspanya ile birleş” demekti. Onun için de Sokollu bu Venedik serüvenini doğru bulmuyordu.
Ama dinlemediler. Sokollu gibi aslen Bosnalı bir Sırp olan Lala Mustafa Paşa bir süreden beri bir Kıbrıs davası ve Venedik düşmanlığı sürdürmekteydi. Padişah II. Selim’i (“Sarı Selim” ya da “Sarhoş Selim” diye tanınır) ikna etmeyi başardı.
Bu noktada ciddiyet derecesini ölçemediğim bir başka hikâye anlatılır. Yasef Nasi Portekiz kökenli bir Yahudi’dir ve Yahudiler’in İberya’dan sürülme hengâmesi içinde buralara gelmiştir. Hali vakti yerinde bir adamdı ve “İsrail” fikrinin erken sahipleri arasındaydı. Bir süre önce Filistin’de bir yerleşimi kurmak istediği ama bunu başaramadığı söylenir. Yasef Nasi bu işi Filistin’de tutturamayınca Kıbrıs’ı uygun görür. Selim’i ikna etmek için de Kıbrıs şaraplarının üstün niteliklerini anlatır.
Dediğim gibi, böyle hikâyelerin ciddiyetini tesbit etmek çok güç, ama bunlar yazılmış, söylenmiştir. Sonuçta Selim Kıbrıs projesini kabul eder.
Gelelim yeniden Sokollu’ya: Venedik’le aramızın bozulmasını niçin istemediğini anlattım. Bizim okul kitaplarında İnebahtı’dan sonra “Biz sizin kolunuzu kestik, siz bizim sakalımızı kestiniz” dediğini, Kılıç Ali Paşa’ya devletin “yelkenleri atlastan” yapacak güce sahip olduğunu söylediğini okuyarak büyüdük. Diplomasi böyle şeyler söylemeyi gerektirir. Paşa’nın kendi yaptığı edebiyata ne kadar inandığını bilmiyoruz. Ama bu sıralarda onu ilgilendiren olaylar da dikkate değer. Sokollu Mehmet Paşa Don ile Volga nehirlerini birbirine bağlayacak bir kanal kazdırmakla meşgul. Bu yapıldığında Don’dan girerek ve Volga’ya geçerek Hazar’a çıkmak ya da gene Volga’dan iyice kuzeye çıkmak mümkün olacak. Ancak bu proje baltalanıyor ve gerçekleşemiyor. Baltalayanların başında da Kırım Hanı var. Kanalın kendi egemenliğini sınırlandırmasından korkuyor. Sonraları Petro zamanında Ruslar konuyu tartışıyor ama harekete geçemiyorlar (yüz küsur yıl sonra). Sonunda 1948’de işe girişiliyor ve 1952’de kanal açılıyor.
Sokollu’nun 1570’lerde bunu düşünebilmiş olması ilginç. Ama Sokollu böyle bir adam. Bundan çok daha çarpıcı projesi, yaklaşık aynı yıllarda, Süveyş Kanalı’na yönelmesidir. Onun bu gibi projeleri padişah Selim’i sinirlendiriyordu. Çevresinde “kafadar” diyecek birilerini bulmakta fena halde zorlandığı anlaşılıyor.
Bu kanal projeleri gerçekten ilginç çünkü Sokollu’nun doğuda İran’a ve batıda Avusturya’ya dayanan Osmanlı İmparatorluğu’nun bundan böyle “fütuhat” dışında gelişme yolları araması gerektiğini anladığını gösteriyor. Ama bugün yaşayan ve yazan kişilerin bu “fütuhat”a verdikleri değer ve duydukları hayranlığı görmek, Sokollu’nun dünya görüşünün özgünlüğünü de ortaya koyuyor.
Birilerinin dünyayı Müslümanlar’ın yöneteceği yolunda beyanatları buranın “vasatî”sini dile getiren sözler. Dünyada her şey bir mücadele ve sadece bir mücadele. Güçlü olacaksınız, herkesin üstüne çıkacak, herkesi yöneteceksiniz – herhalde şu sıralar AKP’nin memleketi yönettiği gibi dünyayı yöneteceksiniz ve dünya da bundan çok mutlu olacak.
El Kaide, IŞİD gibi örgütler de aynı ideali paylaşmıyorlar mı?