Kendisinden bahsederken “Hafıza Merkezi” dediğimiz yer, aslında Hakikat, Adalet, Hafıza Çalışmaları Merkezi. Hakikatin ve adaletin hatırlamayla nasıl yakından ilişkili olduğuna işaret etmesi bakımından, isabetli bir isim. Geçmişte yaşanmış ağır insan hakkı ihlallerinin hatırlanmasının, barış ve demokrasi için şart olduğu düşüncesinden yola çıkmışlar; “bütün o kötülükler geçmişte kaldı, kurcalamayın” demenin tam tersi. Kurcalanmazsa enfekte olacak yaralar…
Hatırlamak, “kendini bilmenin” yoludur; hem kişisel hem kolektif anlamda. Ve sadece ağır insan hakkı ihlalleri bağlamında değil. Neyi nasıl hatırladığımız, neyi unuttuğumuz, ortak hafızamızın nelerden oluştuğu gibi sorular, bu bakımdan, kim olduğumuz ve kim olmadığımızla ilişkili sorulardır. Kim olmayı istediğimizle de. Bize hatırlama çerçeveleri sunan anlatılar, bu bakımdan politik anlatılardır. Onlarla nasıl ilişkilendiğimizi, ona ne kadar, ne biçimde dahil olduğumuzu keşfetmek, politik bir iştir.
1998 yılında dahil olduğum bir sözlü tarih çalışması (Cumhuriyette Çocuktular; Mine Göğüş Tan, Özlem Şahin, Mustafa Sever, Aksu Bora, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2007) sırasında, “sıradan” insanların hatırladıklarının nasıl bambaşka, zengin ve çok katmanlı bir tarih yazımına imkân verebildiğini görme fırsatım olmuştu. O zaman, kendi hikâyesini anlatmanın herkes için aynı biçimde işlemediğini de fark etmiştim. Cumhuriyetin ilk yıllarında çocuk olan bu insanlardan bazıları hatırlamaya ve anlatmaya değer buldukları çok canlı hikâyeler anlattılar, bu anlatıları destekleyen fotoğraflar ve mektuplar gösterdiler. Bazıları ise neredeyse tamamen dilsizdi. Hatırladıkları pek bir şey yoktu, üsteleyince anlattıkları şeyler de hikâyeler değil, bölük pörçük anılardı. Elbette anlatanın sınıfı, eğitimi, cinsiyeti, çocukluğunu kentte mi yoksa köyde mi geçirdiği… anlattığı hikâyenin içeriğini değil yalnızca, bir hikâye kurup kurmadığını da değiştiriyordu. “En önemli olay köylerde, oynamak, saçına bakmak, o kadar; başka bir şey bilmiyom. Çorap dokumak, yün taramak, bunlar. Başka bir şey… Ne yapalım, gençliğimizde bunları yaptuk. Ondan sonra da el garısı olduk, ev işi gördük.”
Sonradan, kadın müzeleri üzerine bir şeyler okurken, işte o çorapların, taranmış yünlerin… birer hafıza nesnesi olarak önemini kavradım. Bazen hikâyeler nesnelere gömülüdür, yeterince sabırlı, yeterince çalışkan, yeterince meraklı birilerinin gelip onları kurcalamasını beklerler.
Semiha Ayverdi, feci muhafazakâr ve elitist bir yerden konuşarak “eşyanın mana kabiliyeti”nden söz ederken, eşyayı muhtemelen hafıza nesneleri olarak değil ama kültürün tezahürleri olarak görüyordu: “Aslında konak artık bir mumyadan ibaretti. Gerçi hâlâ giyimli kuşamlı idi. Yaldızlı kornişlerden sarkan peluş farbelalar, Şiraz’ın, Isfahan’ın, Tebriz’in tezgâhlarından çıkmış halılar, Viyana şaheserleri konsollar, dolaplar, İngiliz yemek odaları, Fransız stili salonlar hep yerli yerindeydi. Fakat bir mumyanın eli kolu nasıl kımıldamazsa, bunlar da sanki bir ölünün üstündeki tezyinat gibi hareket imkânını ve mana kabiliyetini kaybetmiş bulunuyordu.” (İbrahim Efendi Konağı, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayını, 1982:340) Ama işte, eşyanın mana kabiliyeti, yani hikâye anlatma kabiliyeti olduğunu teslim ediyordu. Dokunan çoraplarla peluş farbelaların anlattıkları hikâyeler farklıdır birbirinden muhtemelen ama işte, eşya anlatır.
Hanife Kardelen Işık, “Neden Burada Yoksun” başlıklı yazısında (Neden Burada Yoksun - Birikim Güncel), kahve fincanlarından yaptığı “göçebe anıt”la Srebrenitsa Soykırımı tanıklığını dünyanın dört bir yanına taşıyan Aida Sehovic’i anlatıyor. O fincanların taşıdığı hikâyenin gücü, bana öyle geliyor ki, soykırım üzerine sarf edilecek kelimelerden daha büyük. Katledilenlerin “yokluğunun varlığının” birer sembolü olan, içleri dolu ama içil(e)meyen fincanlar.
Mana (ve dolayısıyla hikâye, dolayısıyla hayat) gücü olan eşya fikri, Kuzey mitolojisinde rünlerle sembolize edilir- Odin’in uğurlarına bir gözünü feda ettiği rünler, üzerine kazındıkları eşyaya yaşam gücü verirler. Kimi zaman, eski bir işlemeye, aşınmış bir sandığa, eprimiş bir elbiseye bakarken, göremediğim ama orada olduklarından emin olduğum hikâyelerin canlandıklarını sezerim. Hissederim ki onların gücü, bizim kendimizi bilme, kendimizi ve dünyamızı kurma maceramızda vazgeçilmez önemdedir. Ne diyordu filozof? Geleceğe söz vermekle ve geçmişi hatırlamakla ancak bugünü kurabiliriz.